"Yarin Gunes Dogacak" 265 sayfalik bir roman ve biteli iki yil oldu. Redakte ederek burada yayinlayacagim
James Brown - Woma...
Yarın Güneş Doğacak: Nisan 2006

Perşembe, Nisan 27, 2006

Sayfa 17

herhalde. Diğeri de Erman amca. Hani şu yakışıklı, uzun boylu. Sahi, ne yakışıklı adamdı hala o öyle?

-Evet, öyleydi. Bakan kadınlar dönüp bir daha bakardı. Ama bir de bana sorsalar, o endamın altında ne zayıflıklar vardı. Önce hoşlanmıştım ondan. Ama heyecan çabuk tükenmişti. Sürdürememiştim

-Ama o yıllarca geldi bize. Zaten Erman amca hep bizim yatacağımız saatlerde gelirdi nedense? derken masum olmaya çalışan ama aba altından sopa gösteren bilmişlikle işaret parmağını salladı halasına.

-Sen çek burnunu benim geçmiş özel hayatımdan da şu falımıza bir bak bakalım, neler bekliyor bizi önümüzdeki günlerde, demesiyle telefon çaldı. Artık kendisini onun kızı gibi hissettiğinden, hiç yabancılık çekmeden fırlayıp sultan koltuğunun arkasındaki, Mısır’dan getirilmiş pufun üzerinden telefon ahizesini kaptı Duygu.

-Alo?

-Duygu?.

-Nurdan teyzeciğim. Nasılsın?

-İyiyim kızım. Sen nasılsın? Halandasın demek?

-Ben de iyiyim. Evet. Halamı ziyarete geldim. Hem de onda kalacağım bu gece.

-Bana da haber verseydiniz ya.

-Valla keşke sana da haber verseydik. Düşünemedik sanırım. Harika bir akşam geçiriyoruz.

-Söyle şimdi gelsin kızım, diye araya girdi Alara onlar konuşurken. Duygu da Nurdan teyzesini çok sevdiğinden hemen iletti halasının bu davetini telefonun öbür ucundaki sese.

-Olsun. Gelseydin. Gece 11 gibi giderdin. Halam yolculuk yapacağım diye ne zaman onikiden önce yattı ki, bu gece yatsın? Hadi yaaa...

-Aah, gelemem bu saatte artık.

Sayfa 16

çığlıklarına rağmen, uyanamayıp o güzelim manzarayı kaçırdığın yıl. Hatırlıyor musun? Tatilin ilk dört günü ne kadar huysuzluk etmiştin? İkide bir canının sıkıldığını söyleyip, zırıldıyordun. Ama dört günlük zehirli tatilden sonra, arkadaşlar bulunca, oradan ayrılmak istememiştin.

-Evet. Hatırlıyorum.Hatta bir akşam, seninle ikimiz baş başa, arabayı kampta bırakıp da minibüs ile bir yere balık yemeğe gitmiştik.

-Karagöz ana yemek eşliğinde, kalamar ve karides salatası. Hani bir karagöz de paket yaptırmış, kardeşine getirmiştik.

-O gelmemişti bizimle. Çok yakışıklı bir ağabey vardı, sen yaşlarda. Yurt dışından gelmişti ama Türk’tü. Onunla kalmıştı kardeşim. Hala?

-Efendim?

-Ondan hoşlanmış mıydın?

-Hoş adamdı.

-Ama sen bakmadın bile, değil mi? Bizim için mi?

-Ben size aşıktım. Başka aşklara yer yoktu yüreğimde. Ama bundan hiç pişmanlık duymuyorum. Zaten siz büyürken hovardalıklarımdan da geri kalmadım ki, dedi yaramaz bakışlarla.

-Birini biliyorum galiba. Yo, yo; iki tanesini biliyorum, dedi sevecen ama muzır bakışlarıyla halasını utandırmadan. Aslında halasının da utandığı yoktu ya bu konulardan. Sadece keyifli keyifli, ama aynı zamanda bir genç kız yaramazlığıyla gülümsüyordu.

-Kimmiş onlar bakalım?

-Birisi Serdar amcaydı, hani şu kafasındaki örtü seyrekleşmiş olan.

-Eeee? diye meraklı gözlerle süzdü yeğenini Alara.

-Diğeri de Erman amca, değil mi?

-Evet. Nereden anladın?


-Serdar amca sana aşıktı. Bunu o gece senin evde verdiğin yemekte herkes görmüştü zaten. Uçuyordu adam. Bunu göremeyecek kadar kör değildim

Pazartesi, Nisan 17, 2006

Sayfa 15

-Teşekkür ederim kızım. Eline sağlık, ama benim ellerim kirli. Sen sehpaya bırak benim fincanımı, ben gidip banyoda ellerimi yıkayayım, hemen dönerim.

Duygu kah şaşkınlıkla, kah sevecenlikle, bir kediye, bir halasına göz atarak, fincanı hasarsız sehpaya bırakırken, anlamaya çalışıyordu bu diyalogu. Evet, söylediklerinin tamamında haklıydı halası. Bunu yapan kaç kedi sahibi vardı ki? Ahhhhhhh! Tabii! Bulmuştu işte. Ne derdi halası kendini tanımlarken; ‘vermenin hazzını yaşamak gerek’. Evet, buydu işte! Bayan Alara vermenin hazzıyla ayakta kalabilmişti bugüne dek. Şimdi sadece kedisi kalmıştı bunu paylaşabileceği. Ama o, dolu dolu, kucak kucak, arsızca vermeyi severdi. İşte buydu halasını mutsuz ve sönük kılan –ne kadar gizlemeye çalışsa da-. Bu kadın vermeliydi birikimlerini, üretmeliydi sonsuz. Tabii ki; zaten Afyon’a gidişinin altında da bu yatmıyordu?

-Hadi aşkım, kahveni soğutma.

-Sen de ne güzel yaparsın kahveyi. Iııımmmh., keyiflendi Alara.

-Kim öğretti bana güzel kahve yapmayı sultanım? Az mı mangalda kahve yapardın millete? Her pikniğimizde, her balkonda mangal yakışımızda.

-Canım benim. Ne güzel bir evlat oldun! Ne güzel okşuyorsun ruhumu?

-Tıpkı senin bana yaptığın gibi.

-Abartıyorsun. Benim zamanım bile yoktu seni bu kadar okşamaya, sevmeye.

-Sanırım gözlerinde vardı halacığım. Orada yakaladım ben yakalamam gerekeni. Hepsi sendeydi, gözlerindeydi; biz oynarken salonun ortasında, bizi rahatsız etmeden işleri bitirebilmek uğruna, ceylan gibi üzerimizden atlayışlarındaydı. Yorulmak bilmeden yaptığın odalarımızı temizlemendeydi, eve yatılı yardımcı aldığın zamanlarda her cumartesi işten çıkar çıkmaz bizi alıp pikniklere götürmendeydi. Ne çok severdik seninle piknik yapmayı, kamp yapmayı hatırlıyor musun? Aslında ne kadar huysuzdum ben, hep sonradan açılırdım. Ama önce mutlaka tepki verirdim.


-Bir yaz sizi alıp, Antalya-Beldibi’nde Erman Camping’e tatile götürmüştüm. Hani Bursa’dan Antalya’ya kadar yarım saatte bir kah çiş molası, kah meyve yeme molası, kah çay molası, kah benim araba sürmeye devam edebilmem için yaptığımız kültür fizik molası vererek, sabah 8’de Bursa’dan yola çıkıp da, Akşam 7’de, 11 saatlik yolculuktan sonra kampa vardığımız yıl. Hani tam Antalya’ya inerken, uyumaktan, hatta kardeşinin seni bütün uyandırma