"Yarin Gunes Dogacak" 265 sayfalik bir roman ve biteli iki yil oldu. Redakte ederek burada yayinlayacagim
James Brown - Woma...
Yarın Güneş Doğacak: Şubat 2006

Cuma, Şubat 24, 2006

Sayfa 11

-Sahi hala, babaannem biliyor mu Afyon’a gideceğini?

-Biliyor ama kamp yapacağımı bilmiyor. Bu küçük ayrıntıyı da anlatmadım. Kalkar sabah erkenden gelir söylesem. Yollamamak için her türlü kaprisi yapar, ben de kafamın dikine gideceğimden, küser giderdi evine. Ne gereği var şimdi o kadını küstürmenin, hatta daha da ötesi üzmenin. Üstelik yaşlı. Dedenin, babam olmasının keyfine varamadan gelen ölümünden sonra ona olan duygularım daha da güçlendi. Bugün var, yarın yok. Bir gün özlediğimde yanımda olamayacak ve benim içim kavrulacak yaşayamadıklarıma; tıpkı babamda olduğu gibi. Bu acıyı yaşamak istemiyorum. Onu üzmeye de kıyamam. Öyle yaşlandı ki, üstelik öyle çok emeği var ki üzerimizde, sizin de, benim de. Kendince çok sevdi bizi.

-Canım babişim. Ben yemekten sonra arayayım onu, sevinir. Ben de özledim hem. Aşkım, sen Afyon’dan döndükten sonra bir Pazar ziyaretine gidelim mi hep beraber?

-Harika olur. Çok sevinir, biliyor musun? Aklı fikri boğazdadır biliyorsun.Kim bilir neler hazırlar gideceğimizi söyleyince. Bende kaldığı zamanlarda ne kadar kilo almıştım, hatırlıyor musun? Birkaç ay daha kalsaydı korkarım beni de kendine benzetecekti.

-Sahi babiş gittikten sonra oldukça kilo verdin sen. Kaç kilosun şimdi?

-64.

-Hala, sahi mi diyorsun? İki yılda seksendört kilodan altmışdörde kadar indin, farkında mısın? Çok az insan başarabilir bunu. Hem de fıstık gibi oldun vallahi karabiberim.

-Altmışsekiz kiloda durmuştum geçen yıl. Sonra babaannen uzun süre bende kalınca yetmişiki kiloya çıkmıştım. O gittiğinden beri de sekiz kilo daha verdim. Giyinik
olduğum için fıstık gibi görünüyorum gözüne. Bir soyunsam da görsen nasıl sarktığını her yerimin. Benim yaşımda bu kadar kilo verdiğinde, sarkmış derinin toplaması bir yıldan fazla sürüyor. Ama ne yapalım, bu sene yazın pek açık saçık giyinmeyeceğim. İnsanların göz zevki bozulmasın.

-Beni seni böyle de seviyorum Alara’m benim, derken boynuna bir öpücük kondurdu halasının, yağlı dudaklarına aldırmayarak.

-Sabahları yürüyorum ama, fazla sürmez, yavaş yavaş toplar deri.

Pazartesi, Şubat 13, 2006

Sayfa 10

kalamam. Biliyorsun evde yalnız kalmaya yine de korkuyoruz. Ya ikimiz de evde oluyoruz, ya da ikimiz de annelerimizde kalıyoruz. Hem arada iyi de oluyor bu biliyor musun halacığım? İnsan bazen en sevdiği arkadaşını bile görmek istemeyebiliyor. Bu kaçışlar birbirimizi ve evimizi özlememizi sağlıyor.

-Hadi git ara bakalım. O da gelmeyecekse, bir şarap açalım halalı kızlı bu gece. Eğer dönecekse, geç kalmayın evlerinize. Biliyorsun, kriz başladığından beri hırsızlık arttı. Daha birkaç gün önce bir kapkaççı yine birine saldırmış, çantayı aldığı gibi bir de bıçaklamış genç kadını. Onun için lütfen, eğer dönecekseniz, erken dönün evinize.

-İyi de bir tanem bunun gecesi gündüzü yok ki.

-Biliyorum aşkım, biliyorum. Ama çocuklar hiç büyümezler bizim gözümüzde. Endişelenmekten vazgeçemeyiz. Gündüz daha çok olmasının yanında, gecenin karanlığı daha bir kötülüğe gebe olabilir endişesiyle içimiz burkuluyor. Akşam oldu mu sizi evinizde bilmek rahatlatıyor bizleri.

-Annem de aynı. Demek hepiniz aynısınız. Biliyoruuuuuuuum, çocuğumuz olunca biz de öğreneceğiz. Anlaşılmıştııır, diye seslendi bir taraftan telefona doğru yürürken.


Gülümsedi arkasından Alara. İyi bir evlat yetiştirmişlerdi el ele vererek. Bazen, kedileri sevmemesine rağmen kediler gibi tırnaklarını çıkartsa da, ki, bu onun kendini savunma biçimiydi, iyi bir evlattı. Gönlü rahat pilavını kontrol etti, şöyle tane tane olmuş mu pirinçler diye. Evet, tam istediği gibi olmuştu. Pilavı güzel yapmanın gururuyla, tencereyi masanın üzerindeki nihalenin üzerine oturttu. Salon tarafında bulunan dolaptan iki beyaz şarap kadehi çıkarttı. Döndü, buzdolabından da soğutulmuş beyaz şarabı aldı, masaya getirdi. Geriye dönüp askıdan turbişonu da alıp, şişeyi açtı, bardaklara şarap doldurdu.

-Tamam halacığım, kalıyorum. Serpin aslında gece geri dönmeyi düşünmüş ama, annesi ısrar etmiş kalması için. O da beni düşünüyormuş.

Keyifli, sıcak bir sohbet eşliğinde yediler yemeklerini. Her zaman böyle birlikte olamıyorlardı, Duygu evini ayırdığından beri. Bu ikisine de iyi gelmişti. En çok babaannesini çekiştirmiş ve taklit etmişti Duygu, güldürmüştü Alara’yı ağız dolusu. Arada bir,

-O benim annem!, diye tatlı tatlı çıkışmıştı yeğenine Alara.

-Yapma ya, onun için benim de babaannem oluyor demek ki, derken kahkahalarını tutamıyorlardı.

Pazar, Şubat 12, 2006

Sayfa 9

-Hadi, hadi, korkma söyle, sevmediğimi de şuna açıkça. Önemli değil. Sevmediğini biliyorum.

-Sorun Prenses değil hala, ben hayvanları uzaktan sevmek istiyorum. Elimde değil, ürküyorum.

-Biliyorum Duygucuğum, buna üzülmüyorum. Benim sevgim ona yeter.

-Afyon’a giderken kime bırakacaksın onu?

-Nurdan teyzene anahtar bırakacağım. Konuştuk. Kabul etti, eve uğrayıp
mama ve taze su vermeyi. Kumunu değiştirmesine gerek yok. Üç gün yeter kumu. Ben yarın sabah değiştirip, öyle çıkacağım evden. Ben gelinceye kadar kirlenmez, kirlense de idare eder zaten. Ne yapalım, o kadar da idare etmeli, Afyon’daki insanların daha çok ihtiyacı var bizim orada olmamıza.

-Nurdan teyzeye tembih et de, kapıyı da sürekli kilitlesin, Prenses kapının koluna atlayıp, açıyor kapıyı biliyorsun. Çıkar gider, geri dönemez, sıkışır kalır bir yerlerde. Hem kapın açık kalırsa, içeri hırsız da girebilir.

-Ettim. Ayrıca Prensesin bu marifetlerini biliyor zaten Nurdan teyzen. İyi ki var Nurdan teyzen biliyor musun? Canım sıkıldığında ona gidiyorum en çok. Ben ev hanımı olmadım hiç biliyorsun, ev hanımı olmayı beceremiyorum. Eş dost çağırıyor ama gitmiyorum. Birkaç kez gittim, canım sıkıldı. İş hayatından çok farklı bir yaşam bu, benim hiç alışık olmadığım.

-Senin canın sıkılır o toplantılarda. Tamam arada git, belki değişiklik olur, hatta güleceğin bir sürü şey de çıkar, ama dikkat et de, millet ağlarken sen gülmeye kalkma, sevgili çılgınım benim, diyerek bir daha sevgiyle sarıldı halasına.

-O kadar da çılgın değilim canım, diye gülerken Alara da sarıldı yeğenine. İkisi de gülmeye başladılar.

Alara yeğeninin kollarından sıyrılıp pilavın altını kapattı. Tencerenin kapağını kaldırıp, üzerine kağıt havlu örtüp, tekrar kapattı kapağı.

-Şarap içelim mi bu akşam? Kaçta gideceksin? İstersen gitme, kal. Çok sevinirim.


-Olabilir. Serpin de evde yok bu akşam. O da annesine gitti,gelemeyebilirim, ama haberleşiriz gece, demişti gündüz aradığında. Ben onu bir arayayım, bakalım gece dönecek mi, dönmeyecek mi? Dönecekse

Sayfa 8

-Anlaştık, derken başını kaldırıp halasına baktı. Halasının gözlerindeki hüzün izlerini gördü. Haklıydı. O böyle yaşayıp solacak bir kadın değildi. Hayatında heyecanlar olmalıydı. Bu emeklilik onu yiyip, bitirecekti. En kısa zamanda buna bir çare bulmalıydılar. Ama bugüne dek hep kendisi bulmuştu halası çarelerini. Atlatırdı. Atlatmalıydı. Ya...Ya atlatamazsa? Bunu düşünmek bile istemedi. Düşündükleri halasına yakışmadı. Yakıştıramadıkları içini ürpertti.

-Ne oldu karabiberim?

-Sanırım havaya aldandık, ürperdim biraz.

-Hadi sen kalk dolaptan kalınca bir şeyler bak üzerine, ben de yiyecek bir şeyler hazırlayayım. Yemeğe kalacaksın, değil mi? derken, kalmasını istediğinin özlemini veriyordu bakışları.

-Tabi ki kalacağım. Böyle bir fırsatı kaçırır mıyım? Ne var yemekte?

-Patates salatası, kereviz salatası, tavuklu pilav yapacağım yanına. Üşüdüysen sıcak bir çorba da yapabilirim. İçini ısıtır. İster misin?

-Hiç gerek yok. Senin salatalarına bayılıyorum. Çorbayla damak zevkimin bozulmasını istemem, diye seslendi halasının yatak odasına doğru yürürken. Daldı. Biraz önce içini ürperten konuya takıldı aklı yine. Çok yoğun yaşamıştı halası hayatını. Neredeyse nefes almaya zamanı zor bulmuştu. Şimdi, gerek bu krizin etkisiyle, gerekse artık kaldıramadığı iş dünyasıyla bağlarını kopartmış ve eve kapanmıştı. Ne yapacaktı? Müzik dinliyor, kitap okuyordu. Bunlar onun sevdiği şeylerdi, hep hayalini kurduğu şeylerdi, ama bu kadını birazcık tanıyorsam, böyle sessiz bir yaşam onu bitirir, tüketir diye düşünürken yine aynı ürpertiyi hissetti. Bu kadını çok seviyordu.

-Ona daha fazla zaman ayırmalıyım, diye düşündü bir taraftan üzerine bir kazak geçirirken. Mutfağa döndü.

-Masayı hazırlamışsın. Ne çabuk?

-Hepsi dolapta hazırdı zaten. Şimdi pilavı da pişiriyorum. Zaten etim de
hazırdı. Prenses nerede? Gördün mü?

-Senin yatağının üzerinde yatıyordu. Hala, anlıyor değil mi, benim kendisini, nasıl söyleyeyim, uzaktan sevdiğimi?

Perşembe, Şubat 09, 2006

Sayfa 7

-Neden şaşırıyorsun? Bu kadar tepki verecek ne var? Ben zaten kampçıyım. Her türlü kamp malzemem var, sırt çantamı hazırladım bile.

-Biliyorum bir tanem ama, kışın soğuğu seni hırpalar. Bu tatile çıkmak değil ki. Yani ne bileyim. Bu kadar çılgın olmak zorunda mısın? Şu haline bak hala, ne kadar şık giyimlisin, bakımlısın, makyajlısın. Ama birden çadırda yatacağım diye ortaya çıkıyorsun. Aslında hep böyleydin, alışmış olmam gerekirdi, ama gördüğün gibi ben bile hala alışamamışım senin çılgınlıklarına.

-Farkımız burada işte. Size göre bu çılgınlık, oysa dünyanın yarısını gezip, görmüş bir insan için, bu son derece makul bir düzen. Her ne kadar kampçılık yapsam da, aslında ben de bayılmıyorum bu soğuk havada kamp yapmaya, veya yaptığım zaman keyfi yapabilirdim, ama sizin anlamadığınız, benim gibi emekli bir maaşla yaşayan bir insanın bunu yapmasının son derece doğal olduğudur. Entelektüel bir vatansever oturup düşünmez bile, şu anda bizim konuştuklarımızı. Sadece bütçesini bilir, oradaki insanların, onun harcayacağı her kuruşa ihtiyacı olacağını düşünür, ve düşünmeye bile gerek kalmadan, zaten de kampçıysa üstelik, önünde sadece çadırını kurmak kalır kendisine.

-Halacığım, sen gerçekten bir çılgınsın, ama benim tatlı, kibar, süslü, hanımefendi çılgınımsın. Yıllarca seninle yaşamış olmama rağmen ben bile alışamadım senin bazı çılgınlıklarına, diyerek halasının oturduğu koltuğa gelip oturdu ve sarıldı halasına. Başını göğsüne dayayıp,

-Kendine iyi bak oralarda, olur mu benim çılgınım? Seni merak ederim. Her gün sabah ve akşam olmak üzere, iyi olduğuna dair mesaj geç bana. Tamam mı bayan Alara?

-Tamam karabiberim. Geçerim. Hiç merak etme. Kaygılanma bu kadar, bir şey olmaz. Nereleri gezdim, neler yaşadım şu 45 yılda, bak, hala dimdik
ayaktayım.

-4 Gün sonra 45 olacaksın. Bugün değilsin.

-Ha üç gün önce, ha beş gün sonra, hepsi aynı işte.

-Peki, bu kışta kıyamette kendin gitmeyip, gönderseydin olmaz mıydı bayan Alara? Gitmek zorunda mısın?

-Sevgilim, iyi bak bana. Emekliyim, hayatımda hiçbir heyecan kalmadı. Bu bana iyi gelecek. İnan. Anlaştık mı?

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Sayfa 6

-Evet, dedi Duygu. Halası için insan olmak çok önemliydi. İnsan. Ne olursa olsun; ister ayyaş, ister sahtekar, ister fakir, ister zengin, ister cahil, ister entelektüel; ama önce insandı kişi. Diğer bütün özellikleri sonra gelirdi.

-Halacığım, birer çay daha içelim mi? Bana çok iyi geldi inan.

-Seninle oturup çay içmeyi ben de seviyorum. Keyif veriyor bana seninle sohbet eşliğinde çay içmek.

-Ben dökerim çayları.

-Sevinirim. Duygu salondan mutfağa doğru yürürken ve fincanlara çay doldururken, izledi yeğenini Alara. Sahip olduğu beden tıpkı annesinin bedeniydi ama tavırlarında ne çok kendisini gördü birden. İçini bir ılıklık kapladı. Kendi etinden bir can doğurmamışlığa hiç hayıflanmamıştı bu iki çocuk sayesinde. Sanki onundu onlar. Çağdaş bir annenin yapması gerekenleri elinden geldiğince yapmaya çalışmıştı, iş hayatından arta kalan zamanlarda.
Deliler gibi çalışmak zorunda kalmıştı. Para kazanmak zordu. Bu iki çocuğun maddi sorumluluğunu da üstlenince, olaya daha maddi bakmaya başlamıştı. Bir zamanlar tek başınaydı, ne kazandığı umurunda değildi, mutlu olması önemliydi. Ama bu iki çocuk hayatına girince, mutluluğu katlayıp bir kenara koymuş, ve artık para kazanmak için çalışmaya başlamıştı. Ne çok mutsuz etmişti kendisini bu mecburiyet, ama bu asla çocuklara yüklenecek bir duygu olarak yerleşmemişti içine. –İyi ki, diye düşündü- Bu çocukları isteyerek, severek benimsemişti.

-Teşekkür ederim kızım, eline sağlık.

-Afiyet olsun halacığım. Kaç gün kalmayı düşünüyorsun Afyon’da?, diye meraklandı Duygu, bir taraftan tekrar sultan koltuğuna yerleşirken.

-Fazla kalmam sanırım, havalar çok soğuk. Ben de hastalanmayayım, birilerine yardım edeyim derken.Yarın Çarşamba, yola çıkarım, sanırım en geç cuma dönmüş olurum.Çamaşır dışında kıyafet de almayacağım yanıma, kalmayacağım diye.

-Peki hala, nerede kalacaksın? Kalacak yer ayırttın mı? Yoksa oraya gidince mi kalacak yer bakmayı düşünüyorsun?

-Çadırımı ve uyku tulumumu götürüyorum.

-Hala! Ne yapacaksın? diye endişeli bir titizlikle gözlerini irileştirdi Duygu.

Pazartesi, Şubat 06, 2006

Sayfa 5

-Hayır kızım. Ara sıra alıp baktım, okuyayım diye düşünürken son anda vazgeçtim. Sanki o çok güzel geliyordu bana ve ben de en güzeli en sona saklamalıyım, diye düşündüm hep. Diğer kitapların hepsini bitirdim. En son ona geldi artık sıra. Bu gece bitirip, yarın yola çıkmak istiyorum erkenden. Hani sormuştun ya nereye gideceğimi, araya başka konular girmişti de, sorunu cevaplayamamıştım, Afyon’a gidiyorum. Bugün Bankaya çıktım, biraz para
aldım, yanımda bir miktar bulunmalı. Elimdekileri depremzedelere bir şeyler almak için harcadım pazartesi günü.

-Afyon’a mı gidiyorsun? 1999 Depreminde de Yalova’ya gitmiştin.

-Evet. Gitmiştim. Uzaklara daldı gözleri Alara’nın, bir bulut geçti gitti gözlerinden. Duygu’ya yakalandığını anlayınca gülümsedi.

-Sevgilerine ne kadar sadık kaldın hep halacığım. Sadakatin hiç eskimedi. Peki duyguların aşkım, duyguların da mı eskimedi gerçekten?

-Artık Bursa’da yaşıyor. Depremden bir müddet sonra eşi emekli olmuş, onları Yalova’ya bağlayan bir şey kalmayınca da Bursa’ya yerleşmişler yine.

-Görüştüğünüzü bilmiyordum, Duygu endişelenerek baktı Alara’nın gözlerine ama hemen gevşedi. Halasını üzmüyordu bu olay, sadece geçmişini yad ediyordu –halasının deyimiyle- o.

-Görüşmüyoruz. Yalnız bir gün aradım ve buldum onu. Torunları olmuş, onları büyütüyormuş. Ayrıca birkaç ay evvel Vergi Dairesi’ne girerken, kapıda karşılaştık. Acıtmadı. Uzak bir dostu görmenin heyecanını yaşattı. O benim dostumdu.

-Afyon’a kaçta gideceksin? diye gönül rahatlığıyla konuyu değiştirdi Duygu.

-Sabah 10’a yer ayırttırdım.

-Araba ile gitmeyeceksin yani. İyi, buna sevindim. Kış günü arabayla uzun seyahatler yapmanı pek istemiyorum.

-Daha üç otuzuma girmedim, bu kadar meraklanmamalısın. Ama kış günü ben de sevmiyorum, uzun yola kendi arabamla çıkmayı. Hem ayrıca, harcayacağım benzin parasını da depremzedelere harcadım. Çok fazla değil. Bir emekli maaşı işte. Ama çorbada benim de tuzum olmalı. Bu benim insanlık borcum. Böyle şeylere çok önem veririm, bilirsin.

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Sayfa 4

-Olsun, getir. Sen gelmeden önce çay dökmüştüm kendime ama o arada Prenses uyanınca, onunla mırmırlaştık, sen de gelince, ayak üstü laklaktan çayım soğumuştur. Ben de seninle birlikte, sıcak içmek istiyorum çayımı.

İkisi de fincanları ellerinde koltuklara geçtiler. Bu kez sultan koltuğuna oturmadı Alara. Bunu fırsat bilmiş gibi Duygu ilişti koltuğa hemen. Az önce de dikkatini çeken halasının kitabına merakla bakarken,

-Nereye gittin? dedi, ama sanki bir an gitmişti buralardan, sanki kitabın içine girmiş gibi uzaktan geldi sesi.

Prenses misafire hoş geldin miyavlaması çekerken, Duygu kaldırdı başını kitaptan,

-Halacığım ne olur bana yaklaşmasın ya, biliyorsun işte, ben Prensesi uzaktan severim. Prenses bunları duyunca, inatla ona doğru yaklaştı, ayaklarını koklamaya başladı, ama sonra istenmediğini anlamışçasına sahibesine dönüp baktı ve oturdu, beklemeye başladı. Anlamıştı Alara. Acıkmıştı Prenses. Elindeki çay fincanını orta sehpası olarak kullandığı ceviz çeyiz sandığının üzerine bıraktı.

-Duygucuğum, sen otur, ben Prensesin mamasını vereyim. Hemen geliyorum, deyip, mutfağa doğru yöneldi. Duygunun gözleri tekrar kitaba kaydı. Ahmet Altan , ‘İsyan Günlerinde Aşk’. Ne çok okurdu halası. Kendini bildiği bileli, halasını hep okurken görmüştü boş zamanlarında. Piknikte, evde, yatağında, Pazar sabahları kahvaltı için gittikleri dağ yolundaki Aşıklar Çay Bahçesinde. Hep okurdu. Acaba bunun için mi hep takıldığında, kafası bulanıklaştığında, sorunlarına kendi başına çözüm bulamayınca halasına gelirdi? Bir gün mutlaka öğrenmeliydi halasından, neden bu kadar çok okuduğunu. Tamam, kendisi de okurdu, insanlar tabi ki okumalıydı, Duyguya göre de, yoksa bu çağa yakışmazlardı, kitapların insana çok şey verdiğini de biliyordu, ama halasındaki adeta bir tutkuydu. Bunu konuşmalıydılar bir gün. Mutlaka derinlerde bir yerlerde bazı şeyler vardı bu kendine özgü -halasının deyimiyle’kendine münhasır’- Alara kadında.

-Canın sıkılmadı, değil mi bir tanem?

-Yok halacığım. Zaten ben de senin okumakta olduğun kitabı karıştırıyordum. Ben bu kitabı sende çoktandır görüyorum. Yeni okumaya başlamış olduğuna da şaşırdım galiba biraz. Ahmet Altan’ı severek okuduğunu biliyorum. Belki de bunun için şaşaladım, yeni okumakta olduğunu görünce. Yoksa daha önce okudun da, bir daha mı okuyorsun, iyice içine sindirmek için?

Sayfa 3

geleceğim diye bana özel bir şeyler hazırlamaya kalkardın, dedi Duygu, botlarını çıkartıp, içeri girerken.

Halasının huyunu biliyordu. Temiz ve düzenli bir kadındı halası. Aslında son derece özgür, karşısındakilerin her türlü özgürlüklerine saygılı, asla insanları duygularından dolayı ayıplamayan bu kadın, konu ev düzenine gelince, bir o kadar kuralcıydı işte. Bunu bir gün konuşmalıydı halasıyla. Bu iki zıt özellik nasıl oluyordu da bir kişide, çarpışmadan, at başı yaşayabiliyordu? Botlarını düzgün bir biçimde kapıdan girişte, sağda bulunan ayakkabı dolabına yerleştirdi. Döndü bir kez daha baktı, acaba muntazam yerleştirmiş mi, diye. Yoksa halası mutlaka düzeltirdi. İş çantasını da ayakkabılığın yanına koydu.

-Ne demek sevgilim? Hiç olur mu öyle şey? Sizler için canım feda. Keşke kardeşini de daha sık görebilseydim. Ona da heyecanla bir şeyler hazırlayabilseydim. O da daha sık ziyaretime gelebilseydi.

Duygu kabanını ayakkabı dolabının yanında bulunan askıya asarken, bir taraftan halasına cevap veriyordu,
-Gelir ara sıra halacığım. Ama biliyorsun, o da kendince bir düzen kurdu, çalışıyor. Üstelik şehir dışında bu aralar. Biliyorsun gıda sektörü hareketli. Gezmek zorunda pazarını korumak için. Sık sık şehir dışına gidiyor.


-Aman yavrum, sağlığı iyi olsun, kendisi mutlu olsun, hayatta istediklerini yapabilsin de, uzak olsun, ne yapalım. Dayanırız hasretine. Sen çay içer misin Duygu? Çayım var ocakta, derken bir taraftan Alara önde, Duygu arkada mutfağa girdiler.

-Bayılırım halacığım. Harikasın vallahi, inan bana. Tam benim geldiğim saatte evde hazır çay bulunması benim için ne kadar lüks, biliyor musun? Hala? Sen bir yere mi gideceksin?, derken bir yandan da evde yaptıkları sallama çayları düşündü dudaklarını buruşturarak.

-Hayır. Neden sordun?

-Hep saçların yapılıdır, hafif makyajın vardır, ama sanki bugün dışarı çıkacakmışsın gibi geldi birden. Sanki her an çıkmaya hazır gibisin.

-Bugün öğlen civarı dışarı çıktım biraz. Bu arada, benim fincanımı da getirir misin? Çayım soğumuştur. Ben de seninle birlikte tazeleyeyim çayımı, oturup sıcacık içelim.

Duygu gençliğin getirdiği heyecanlarla, ok gibi fırladı ve birkaç adımda ulaştı, sultan koltuğunun üzerinde bulunan koltuk sehpasındaki fincana.

-Halacığım bunda çay var.

Cuma, Şubat 03, 2006

Sayfa 2

-Prenses! Uyandın mı kızım? Hadi gel anneye, gel bakayım, diyerek fincanını sehpaya bırakır bırakmaz, sultan koltuğunun ayak ucunda bulunan Prensesin sepet odasına doğru uzandı ve yanağını okşadı. Ama Prenses henüz uyku mahmurluğu ile, yerinden kıpırdamadan, bir daha miyavladı sahibesine, gözleri henüz yumuk yumuk.

-Uyanamadın mı kızım? Uykunu alamadın mı daha? Prenses önce bir patisini uzattı sepet odasından, sonra diğerini ve bir daha baktı sahibesinin yüzüne ve gülümseyen sevgi dolu bakışını yakaladı. Biliyordu, sahibesi ona bakardı, onu severdi, onu korurdu. Bu güvenin verdiği özgüvenle bir daha miyavlayıp, şöyle iyice bir gerindi, esnedi ve sahibesinin ayaklarına sürtünmeye başladı. Alara da uzanıp Prensesin başını okşadı. Henüz uyku mahmurluğu vardı üzerinde. Yavaş yavaş atacaktı üzerinden bu mahmurluğu kedisi. Zaten bütün kediler aynı değil miydi? Özgür. Onlar kendileri karar vermeliydi, sahiplerine veya sahibelerine ne zaman yaklaşacaklarına. Bir başkası onlar adına karar vermeye kalkmamalıydı. Bunu da ancak kedi besleyenler anlardı; bilirdi.


Çayı soğumadan az şekerli çayını yudumlarken, gözleriyle okşadı kedisini; ılık ılık, yürek yürek sevgi gönderdi gözlerinden, besledi onu bir hayvana duyulabilecek en sıcak içtenlikle;ılgıt ılgıt. Biliyordu Prensesin huyunu. Kalkar, gerinir, sanki nerede olduğunu kavramaya çalışırcasına birkaç saniyelik kavrama yetisini sorgular, sonra da su içmeye giderdi. Prenses Alara’nın düşüncelerini okumuş da, sanki bunları eyleme geçirmezse sahibesi gönül yarası alırmış hissiyle, bir daha miyavlayıp, bir iki adım attı, döndü yine Alara’ya baktı ve doğru banyonun yolunu tuttu.

Zilin sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kapıyı açmaya giderken, yüzüne bir gülümseme yayıldı, otomatiğe basıp, apartman kapısını açtı. Kimseyi beklemiyordu bu saatte, bu olsa olsa evlat gibi büyüttüğü, sevdiği yeğeniydi. Ne güzel bir genç kız olmuştu. İnce, narin, hareketli, ışıl ışıl. Ama her yirmi bir yaş gençliği gibi heyecan, açlık ve saldırı doluydu yaşama.

Şu gençler bazen ne kadar akıldan uzak kalıyorlardı. Ama gençlik de bu değil miydi zaten? Adıyla müsemma derlerdi eskiler, delikanlılık.

Merdiveni çıkarken yeğeninin apartmanda çıkarttığı tok çizme seslerini dinledi, boşlukta güm güm gümleyen ve o kapıyı bir daha çalmadan, daire kapısını açtı, sevgili kızını karşılamak için.

-Aşkım! Hoş geldin. Neden geleceğini haber vermedin?

-Aman halacığım, bugün işim erken bitti, buralara da yakındım zaten. Aramaya gerek yoktu. Hem arasaydım, sen yine bir sürü telaşa girer, ben

Perşembe, Şubat 02, 2006

Sayfa 1

Güneş iyice yüzünü göstermiş olsa da, kış güneşinden ne kadar ısı beklenirse, o kadarı evinin içine süzülsün diye, bir taraftan çayını yudumlarken, arada bir okumakta olduğu kitaptan başını kaldırıp, gökyüzünde asılı duran şubat güneşinin kollarını izleyerek, kendisini ısıtmasını bekliyor, umut pompalamaya çalışıyordu, yalnız yüreğine.

Kaç ay olmuştu emekli olalı? Üç, beş ay mı? Hesapladı. Tam tamına beş ay beş gün. Ne tesadüf; oysa insan bu kadar tesadüfü yakalayamazdı, istese bile. Beş ay, beş gün, ne bir eksik, ne bir fazla. Hani beş ay onaltı gün falan olsaydı, herkesin hayatı gibi olacaktı. Ama ısrarla, beş ay, beş gün. Okumakta olduğu kitaba dönecekti ki, çayının bitmiş olduğunu fark etti. Güneşin şubatta verdiği ısı yetmiyordu anlaşılan, vücudunu iliklerine kadar ısıtmaya. En iyisi bir fincan çay daha koymalıydı kendisine. Kalktı.

-Şu balkon kapısını da kapatmalı artık.Yaz güneşi değil ya bu. Üşütür, diye düşündü, bir yandan fincanına çay koyarken. Çayını ya bardaktan, ya da porselen fincandan içmeyi severdi; kahvaltıda incecik, saydam, tertemiz, billur gibi bir çay bardağından içilmeliydi ona göre, hiçbir kap, kahvaltıda bu denli haz veremezdi insana. Oysa çevresinde ne çok insan, şu seramik kupalardan içerdi. Kocaman; hani, çayın yarısına gelmeden içindekini soğutan, hantal ve koca kupalardan. O sevmezdi bunu. Tertemiz ve leziz olmalıydı; gördüğü, dokunduğu her şey. Sabah kahvaltısından sonraki her çay da mutlaka bir porselen fincandan olmalıydı.

İlk defa aklına takıldı. Neredendi bu porselenler?

-Chodziez, made in Poland. Demek Polonya malıymış.

Aslında genelde Polonya malıdır porselenler, ama 30 yıldır sahip olduğu bu porselenlerin markasını ve menşeini ilk kez merak edip, çay fincanının tabağının tersinde ne yazdığına bakmıştı, bugüne dek neden bakmadığını düşünerek, bir taraftan da salonunda genelde okuma koltuğu olarak kullandığı, sultan koltuğuna doğru yürüdü.

Tam fincanını koltukta rahat ve düz durabilmesi için, içi köpükle doldurulmuş koltuk sehpasına koyarken, kedinin mırıltısı ile yüzüne bir gülümseme yayıldı.