-Zor olmuyor mu hala sana, bu dönemler böyle sürekli mırnavlayan bir kedi evin içinde? Allah bilir, bu geceleri sen uyurken de arada bir aşka geliyordur. Çekilir mi bu gece yarısı tam uyurken? O zaman ne yapıyorsun peki?
-Ne yapacağım? Tabi ki mastürbasyon yapmasına yardımcı oluyorum. Kediler kendi başına mastürbasyon yapamaz . Biri onlara yardım etmeli. Ben de ediyorum kızıma. Sonra da rahatlıyor. Yalanıyor ve sakin sakin oturuyor yanıma. Biliyor musun? Minnet dolu bakıyor o zamanlar bana. Gözlerinden okunuyor bu. Biraz sonra da zaten uyumaya başlıyor. Hadi sen kahveleri yapmaya başla, ben de prensese mastürbasyon yaptırayım, dedi kıkırdayarak yeğenine. Sahibesinin kucağına alınan kedi hemen sırada neyin olduğunu bilerek, ön patilerini Alara’nın omzuna koydu ve kıçını hafifçe kaldırırken bir taraftan mırnavlamaya başlamıştı bile.
-Hala, sahi mi söylüyorsun?
-Tabi ki sahi söylüyorum, dedi yine kıkırdayarak. Sizin çocukluğunuzda Şeyh Malik Belfi erkek olduğundan dışarı kaçardı, tabi evimiz de müsaitti, giriş kattaydık, rahattı. Onun için çocukluğunuzda farkına varamadınız, bir kedinin bu dönemi nasıl atlattığını, derken bir taraftan da Prensesin sırtını okşayıp, diğer eliyle de ensesinden, canını hafifçe acıtırcasına tutuyor, asılıyordu. Kedisi kucağında, salona doğru yürüdü. Yine sultan koltuğunu yeğenine bırakarak, iki kişilik koltuğa geçti.
Bir yandan kedisinin sırtını okşuyor, bir taraftan da ona tatlı sözler fısıldıyordu. Yazık ki, bir çok kedi sever bunu yapmazdı. Oysa anlardı kediler. Keşke yapsalardı. Prenses mırıltılarını iyice iniltilere doğru yükselttiğinde, o da kalkan kıça hafif darbelerle vurmaya, diğer eliyle de kedinin sırtını daha haşin okşamaya başlamıştı. Tabi yoruyordu bu işlem onu ama Prensesin gözlerinden akan mutluluk karışımı minnettarlık yetiyordu ona ve daha büyük coşku ile koynundaki hayvanı rahatlatmaya çalışıyor, elinin darbelerini hızlandırıyor ve sertleştiriyordu.
Duygu kahveleri fincanlara doldurmuş ve koltuklara yönelmişti ki, Prensesin inlemeleri daha da arttı, vahşileşti, kendisini hırpalarcasına sevdirmeye, okşatmaya çalışıyordu sahibesine. Darbelerin en şiddetli yerinde Alara’nın avucu nemlenmeye başladı. Hemen darbeleri yavaşça sonlandırıp, kedinin sırtını tatlı tatlı okşamaya geçti.
Evet. Bitmişti. Bir sıçrayışta atladı kucaktan Prenses ve hemen koltuğun dibinde, bacağını kaldırıp, o sonsuz maviyi yalamaya başladı.
Alara masayı toplamaya başladığında, Duygu da banyoya gitmek üzere çıktı mutfak-salondan.
Henüz hazır değildi bunları yeğeniyle paylaşmaya. Zamanı vardı. Yoksa, ‘zamanı var daha’ oyalaması altında, kendini mi kandırıyordu? Ama acılarını içinde yaşamalıydı. Çözümleri de içinde bulmalıydı. Dışarıdan biri bir şey yapamazdı. Bir taraftan bulaşık yıkarken –az bulaşık olduğunda makineyi kullanmaz, elde yıkardı- bir taraftan bir ara eve kapanıp, kitap falan da okumadan kendini sorgulamalıydı. Evet, emekli olup, kendine zaman ayırmak istemişti, okumak istemişti, resim yapmak istemişti, ama bunların kendisine yetmediği aşikardı. Mesele neydi? Bunu bulmalıydı.Çözmeliydi. Böyle gitmeyeceği belliydi. Ama şimdi değil.
Geçmişinden bölük pörçük anılar düştü gözlerine, hızlı yaşamak zorunda kaldığı günlerden. Bir an önce bulaşıkları makineye sürüp, ortalığın toplanması, çocukların formalarının ütülenmesi, derslerinin kontrol edilmesi, bir sonraki gün yiyecekleri yemeğin hazırlanması. Gece bire doğru, yatağına uzanıp, on, on beş dakika kitabını okumaya çalıştığı günler. Evet, çok hızlı yaşamak zorunda kalmıştı. Bu hızdan ötürü hep, sakin, şehirden uzak, tatlı bir hayat özlemi süslerdi hayallerini. Ama şimdi bunlar da yetmiyordu. Henüz şehirden uzaklaşmamıştı ama onu da yapacaktı bir gün.
-Mutlaka bir doğru yolu olmalı bu işin, diye düşünürken, yıkadığı bulaşıkların üzerine bir kurulama bezi örttü, Prenses hareket ettikçe tabak çanağın üzerine tüyleri uçuşmasın, diye.
-Hala! Prenses ne yapıyor böyle? Baksana, inler gibi sesler çıkarıyor. Yoksa yine mi?
-Evet. Çiftleşme mevsimi geldi. Eğildi aldı kedisini kucağına. O da başıyla sahibesini sevmeye,okşamaya başladı. Acı çekiyordu hayvan. Dişi kedi aşk özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Sürekli mırnavlıyor, poposunu da iyice yukarı kaldırıyordu, beklenti içinde.
-Biliyorum kızım, biliyorum. Az kaldı. Afyon’dan döneyim, seni Veterinerlik fakültesine götüreceğim. Orada yardımcı olurlar bize. Bu yıl artık iki buçuk yaşındasın. Gidelim kısırlaştırma ameliyatını yaptıralım, sonra da rahat rahat seni bir hayvan yetiştirme çiftliğine götürüp, güzel bir delikanlı ile sevişmeni sağlayalım. Söz bir tanem, dedi kedisini sürekli okşamayı sürdürürken.
-Ellerine sağlık halacığım. Harikaydı, biliyor musun? Nerde bizim evde böyle yemekler? Serpin benden de geç geliyor. Hem sebze de yemez zaten biliyorsun. Uyduruk yemekten, tek yönlü besleniyoruz galiba. Karartma yüzünü canım. Tamam, daha dikkatli oluruz bundan sonra. Ama zaten yorgun geliyoruz eve biliyorsun. Şarabından bir yudum aldıktan sonra devam etti,
- Hala, biz iki çılgın, anne-babası boşanmış kompleksli çocuktuk. Senin mesleğin de çok zamanını alan bir işti, sen bizimle nasıl başa çıktın? Tamam kadınlar geldi gitti bir sürü, hatta yatılısı da oldu, ama yemekleri hep kendin yapardın. Nasıl yetiştirdin? Nasıl becerdin? Bazen gözümün önüne geliyor da, evde uçarak yaşardın, geçen zamana yetişmek için. Bir eksiğimiz kalmasın diye; çok bilirim, biz kardeşimle yerde oyun oynarken, üzerimizden atladığını.
Kalktı halasının taklidini yaptı. İkisi de güldüler buna. Bir an geçmiş geldi gözlerinin önüne.
-Ama çok mutluydum ben. İkinizi de çok seviyordum. Varlığınız beni mutlu ediyordu. Yormuyordu beni böyle bir hayat.
-Şimdi mutlu musun? İşte çıkarmıştı ağzındaki baklayı. Geldiğinden beri onu yiyip bitiren soruyu sormuştu sonunda. Halasının yüzüne bakamadı. Başı önünde cevabı beklemeye koyuldu. Fazla gecikmedi cevap.
-Nedir seni endişelendiren? Ben artık emekli oldum. Zaten krizin etkisini biliyorsun. Bu ortamda çalışmak da istemiyorum. Üzüyorlar. Kitap okuyorum, resim yapıyorum, yürüyüş yapıyorum, dedi yeğenine, cümlenin devamını saklayarak –akşam sabah olmasını bekliyorum, sabah akşam olmasını bekliyorum-. Yüzüne bir gölge düştü. Hemen toparlanıp bunu Duygudan gizlemek amacıyla şarap bardağına uzandı. Ne kadar gizlese de yeğeninin gözünden kaçmamıştı, ama adını koymaya hazır değildi henüz Alara.
-Doyduk galiba, hı? Hadi kalkalım da, ben de bulaşıkları yıkayayım.
-Evet. Bulaşıktan sonra ben de kahvelerimizi yapar, sana da fal bakarım. Ne dersin? dedi Duygu.
-Bayılırım derim, ne diyeceğim. Aslında ne zaman bana kahve falı baksan, on dakika sonra dediklerini unutuyorum, ama yine de senin bana kahve falı bakmana bayılıyorum.
-Tabii benim on beşliğim. Bak ne kısmetler, ne kocalar bulacağım sana o fincanın içinde ben, dedi Duygu.
1958 Bursa doğumlu olup, eğitimimin bir kısmını ülkemde, bir kısmını Hollanda'da yaptım. Ağırlıklı tekstil sektöründe olmak üzere, orta ve üst düzey yöneticilikten sonra '2001 Beyaz Yakalılar Krizi' ile emekli olunca, çocukluk düşümün peşine düştüm. Eserlerimi burada ve bazı edebiyat sitelerinde sunmaktayım.
Mesleğim sayesinde dünyanın yarısına yakınını gezdiğimden, zaman zaman farklı bakış açım olabilir. Bunu da buraya yansıtmak istedim.
İngilizce, almanca, hollandaca bilmekteyim.
Umarım bloğumda keyifle dolaşırsınız.
Dikkat!!!
Bu sayfada yayınlamakta olduğum resimlerin büyük bir bölümünü internette dolaşımım esnasında buldum. Eğer bu resimlerin yayınlanmasında herhangi bir yasal sakınca görüyorsanız, lütfen e-posta adresime bilgi veriniz. Derhal sayfamdan kaldıracağımdan emin olabilirsiniz.
Ayırdığınız zaman için teşekkür ederim.
birsen58@gmail.com