"Yarin Gunes Dogacak" 265 sayfalik bir roman ve biteli iki yil oldu. Redakte ederek burada yayinlayacagim
James Brown - Woma...
Yarın Güneş Doğacak

Salı, Ekim 03, 2006

Sayfa 45

-Ne oldu? Vaz mı geçtin yoksa beni kaçırmaktan, diye kıkırdadı Ayşegül.

-Deli misin Gül’üm? Vaz geçer miyim hiç? Hadi kalk öyleyse bize gidiyoruz.

-Adem, babamın inadını biliyorsun. Sabah benim kaçtığımı öğrenir öğrenmez, tüfekle dayanır sizin kapıya. Burda durmayalım.

-Haklısın Gül’üm. Zaten bize acısaydı, bunca yıl inletmezdi beni de, seni de. Bana vermemek için almıştı okuldan seni. Liseyi bitiremedin onun inadı yüzünden. Neyse. Bir kaçalım da önce, yerimizi yurdumuzu da kuralım, ondan sonra yine okursun. Okuturum ben seni. Açık Lise var şimdi. Gidip imtihanlara giriyorsun.

-Giderim, değil mi Adem?

-Gidersin tabi ya. Yarım mı kalsın? Bitirirsin okulunu.

-Sonra bir iş de bulur, çalışırım, sana yardımcı olurum. Değil mi Adem?

Cevap vermedi Adem. Tamam okuturdu. Ama nasıl çalıştırırdı yavuklusunu? Deli olurdu, başkaları görecek de, göz koyacak Gül’üne diye. Ama bunları konuşmanın sırası değildi şimdi. Hem eve de varmışlardı zaten.

-Bak, anacığım camda bekliyor. Bilmiyordu seni hemen bu gece getireceğimi, şaşırıp kalacak şimdi.

Oysa Emine’nin şahin gözleri görmüştü gelenlerin iki kişi olduğunu. Zaten aklına da gelmişti. Gavur Hüsam’ın kızıydı o. Gözü karaydı. Adem’den bile karaydı. Hazırlıklıydı Emine. Hızlıca indi merdivenlerden, açtı çocuklarına kapıyı. Sarıldı gelinine.

-Yavrım! Hoş geldin evimin gelini, sultanım. Hoş geldin, diye sarıldı gelininin boynuna.

-Hadi hiç oyalanmayın. Nasıl olsa yaz günü. Üşümezsiniz. Alın şu çantayı da, deyip, bir poşet uzattı Adem’e. Ben her şey hazırladım size.

-İyi de, nerden bildin anam? diye şaşalayarak cümlenin devamını getiremedi Adem.

Sayfa 44

Şimdi gelir Ayşegül. Yatmıştır artık Gavur Hüsam, diye düşünürken, arkasında kırılan bir dal sesiyle döndü Adem.

-N’oldu Adem? Islık çaldın. Merak ettim. Bir şey mi var?

Ellerini ellerine aldı sevdiğinin genç adam. Kelimeleri nasıl bir araya getirip, cümleleri nasıl kuracağını düşünüyordu. Oysa ne kadar da prova yapmıştı evde. Şimdi Gül’ünü görünce, yüreği öyle bir çarpmaya, deli deli vurmaya başlamıştı ki, prova yaptığını bile unutmuş, kıza ne diyeceğini, nasıl diyeceğini hatırlamaya çalışıyordu sanki.

-N’oldu Adem? Kötü bir şey mi var?

-Yok Gül’üm yok. Kötü bir şey yok. Gel şuraya okulun merdivenlerine oturalım biraz, deyip, kızın elini bırakmadan, okulun merdivenlerine doğru yürüdü. Oturdular birlikte; el ele.

-Ayşegül?

-Efendim? dedi kız, başını sevdiğinin omzuna koyarken.

-Ayşegül, benimle kaçar mısın?

Hiçbir şey demedi kız, diyemedi. Sevdiğinin cümleleri zaten o sevdiğinin boynuna atıldığında tamamlanmıştı.

-Hiç sormayacaksın sandım Adem. Hiç sormayacaksın sandım. Az kaldı ben seni kaçıracaktım biliyor musun?

-Sahi mi? Sahi mi kız? diyor başka bir şey diyemiyordu Adem, elleri sevdiğinin belinde. Yüreği deliler gibi çarpıyordu. Ellerine ateş basmıştı. Kokladı sevdiğinin saçlarını, yüzünü öptü, gözlerini öptü.

-Dur Adem, dur biraz. Daha kaçmadık. Yapma. Ne zaman kaçıracaksın beni?

-Ne zaman istersen Gül’üm. Sen ne zaman istersen.

-Hadi, hemen gidelim öyleyse.

-Şimdi mi?

Sayfa 43

istemediğin bir zamanda volkan gibi patlar birden. Hadi annen baban yaşlı diyelim, ama sen evlat? Sen daha çok gençsin.

Adem konuşmak istemedi. Ayağa kalktı, çadırın dışına doğru süzüldü. İki kadın birbirlerine baktılar. Emine’nin yüreği yandı. İkisi de sustular. Önlerine bakıyordu iki kadın. Sessizlik buz gibiydi. Neredeyse, yere bir tüy düşse, ikisi de ürküp bakacaklardı. Henüz konuşmak istemiyordu Adem; yarası daha çok tazeydi.

Adem dışarıda sessiz sessiz, kimseler duymadan çağıl çağıl ağlıyordu. Gül’üne mi yansın, daha yeni ayaklanan bebesine mi? Allah bir kız evlat vermişti, ama Adem’den fazla sevmişti anlaşılan, çağırmıştı meleklerinin yanına. Karısını özlemişti, Gül’ünü özlemişti. Midesine bir yumruk saplandı.

Salı, Eylül 26, 2006

Sayfa 42

Tüp ile ısıtılan katalitik dedikleri sobanın başında, yere yayılmış fazladan bir battaniyenin üzerinde yediler bir kişiye zor yetecek salatayı, biraz patates yemeğini ve makarnayı. Emine’yle Adem makarna yerken kocaman kocaman ekmek lokmaları da atmışlardı ağızlarına.Beslenmeden uzak bir akşam yemeği.Açlık zor şeydi; sadece karın tokluğuna bile şükür etmesini öğrendi Alara bu insanlardan, lokmalar boğazına dizilerek.

-Ocak falan de vereceklermiş anacığım, ama sanırım bu hafta böyle geçer, haftaya kalır, dedi Adem.

-Olsun oğul, ben idare ederim şincik bunnanan.

Alara düşündü. Yanına fazla para almamıştı, ama kredi kartı yanındaydı. Acaba kredi kartıyla hiç olmazsa bir küçük tüp alabileceği yer bulabilir miydi? Yarın sabah komutanı bir ziyaret eder, öğrenirdi. Şimdi sırası değildi bunu konuşmanın. Kalktı.

-Aaaa, sen onu bırak bacım, ben yıkarım şincik hepisini berabe. Ne o öle tencereni alıp gidimiveyon? Olumumuş hiç öle şey? Ama sovuk suynan yıkacem, idare edive sen de artık, hı?

-O zaman Emine hanım, ben sana sıcak su temin edeyim, sen bulaşıkları yıka, ben de çay yapayım. Anlaştık mı?

-He ya, neden olmasın ki?

Çaylarını yine Emine hanımın çadırında içiyor, bir taraftan da Pazar gününden beri olanları konuşuyorlardı. Saat kaçta ilk sarsıntı olmuştu, hızını alamayıp, kaçta ikinciye silkelenmişti acun. Hepsinin bir bir anlattılar konuklarına.

-Adem, bir doktora götürdün mü anneni, babanı? Hatta sen de bir görünmelisin. Ne de olsa çok büyük bir şok yaşadınız. Bu öyle kolay başa çıkılacak bir olay değil. Hele senin durumun onlardan da kötü, baksana, her gün gidip toprak altından birilerini çıkartmaya çalışıyorsun. Üstelik evin, işyerin de yıkılmış.

-Yok. O kadar çok insan var ki bizim gibi, hangi birimize bakacaklar? Üstelik yaralılar var bizden önce.


-Bazen insanın görünmeyen yarası daha büyüktür evlat. Kimsenin göremediği derinlere gider çöreklenir de, bir gün, zamansız, çağırılmadan, hiç

Sayfa 41

-Doğru, öğrenmenin sonu yoktur derdi bizim Lisedeki matematik hocamız. Sizinki de o hesap anlaşılan.

-Doğru söyledin. Aynen öyle. Gündüz yoktun?, dedi merakla Alara.

-Yoktum. Öyle kötü ki burada durumlar. Hala yıkıkların altından insan arıyoruz. Ben de yardıma gidiyorum. Yapacak bir şey de yok zaten bu ortamda.

-Üzüyordur bu seni.

Erkekliğe sığdıramadığı için koyvermedi Adem, gözlerinde biriken yağmurları. Sigarasını bir daha çekti derin derin,

-Hayat bazen yaşarken cehennemle tanıştırabiliyor insanı, dedi yutkunarak, başı önünde.

Söyleyecek bir şey bulamadı Alara. Tenceresindeki suyun fokurdaması imdadına yetişti.

-Annen çok ısrar etti beraber yiyelim diye.

Kaynamakta olan suyun içine makarnadan yarım paket boşalttı. Kendi başına çeyrek paket yeterdi, ama madem üç kişi olacaklardı, yarım paket ancak yeterli olurdu. Bir iki damla da sıvı yağ gezdirdi sonra, makarnaların birbirine yapışmaması için.

-Ben izninizi isteyeyim şimdi, görüşürüz birazdan.

-Tabi, ne demek. Görüşürüz, dedi Alara ayaklanıp, gencin elini sıkarken. Çadırdaki sessiz dünyasına gönderdi Adem’i.

Makarnanın pişmesinden bayağı sonra ancak gelebilmişti Emine tepsisiyle. Kimbilir kaç kişi vardı yemek kuyruğunda, diye geçiriyordu Alara içinden, bir taraftan Emine’ye gülümserken.

-Makarna soğudu Emine hanım seni beklerken. Ben biraz ısıtayım şunu, sen sofrayı hazırlayıncaya kadar. Kahvaltıdan beri bir şey yemediğinden acıkmıştı.


-Hadi ısıt da gel madem, ben de çadırda gazete yayem de, yerle gırık olmasın, he? dedi Emine, Alara’dan bir cevap beklemeyip, çadırına girerken.

Sayfa 40

Yan çadırdan bir erkek sesi duydu Alara. Seyfi dayı köye gittiğine göre, demek Adem gelmişti. Neyse. Yemeğini yedikten sonra bir çay demlerdi, çağırırdı onları yine. Tanışırdı genç adamla, konuştururdu biraz.

Suyu çadırın girişine koyup, çadırın içine girdi. Lambasını yaktı. Hava soğumaya başlamıştı. Gündüzün sıcağında fazla gelip de çıkardığı kabanını alıp tekrar sırtına geçirdi. Bir paket makarna da alıp, dışarı çıktı.

-Aleydim sana da yicek bişeyle bacım. Bak Adem de gelmiş, yiyiverirdik şuracıkta bizim çadırda. Senin bu çadır da pek minnacıkmış, yemek neyim yenmez ki orda. Hadi alem de, hep berabe yiyiverelim işte, hı? diyen Emine’nin sesiyle başını uzattı çadırından.

-Emine bacı, sen git al yemeğini. Ben de bu arada biraz makarna pişiririm; o kadar istiyorsan, yine beraber yeriz. Ama orada dağıtılan yemeği alamam ben, anlamıyor musun? O başkalarının rızkı. Benden daha muhtaç olanların rızkı. Hadi bakayım sen yollan şimdi.

-Eh, sen bilin ya madem. Bugada okumuşun, helbet vadır bi bildiğin senin de, diyerek elindeki alüminyum sininin içinde birkaç kap kacakla uzaklaştı Emine.

Tenceresine su koyarken, bir ses duydu arkasında Alara.

-Hoşgeldiniz.

-Hoşbuldum Adem. Babanla annen sözetmişti senden, adını biliyorum.
Benim adım da Alara, dedi yerden kalkmadan, başını yukarı kaldırıp.

-Sizin için yapabileceğim bir şey var mı, dedi bir taraftan sigarasının birikmiş külünü silkelerken Adem.

-Şimdilik yok, ama yemekten sonra benimle çay içersen sevinirim. Okumuş bir gence benziyorsun. Oturup sohbet ederiz biraz. Belki birbirimizden öğreneceğimiz şeyler vardır, ne dersin?

-Estağfurullah, benim size öğreteceğim ne olabilir ki? Ama çay içeriz, iyi olur.

-Belli mi olur Adem, kimin kime ne öğreteceği. Bak, buraya geldiğim şu birkaç saat içinde bile neler öğrendim ben, bir bilsen.

Sayfa 39

-Sen al yemeğini Emine bacı. Benim yemeğim var. Hüzün girmişti aralarına. Uzaklaşmışlardı. Her ikisi de kendi acılarına dalmıştı. Konuşmadan yürüdüler çadırlarına.

-Hadi sen git de geç kalma Emine bacı, sonra yine konuşuruz.

Perşembe, Eylül 14, 2006

Sayfa 38

-Ninem, ben oturmayacağım. Sen sağ ol. Hayır duanı eksik etme bizlerden, o yeter bize. Ama seninle bir sigara da ben içeyim, deyip, bel çantasından kendi sigarasını ve çakmağını çıkarttı.

-Kaybın var mı Ayşe nine?

-Olmaz mı yavrım? Olmaz mı? Hangimizin yok ki? Üç torun vermişim toprağa, derken ellerini gökyüzüne kaldırdı,

-Sıra bendeydi! Ne istedin kuzucuklarımdan? diye haykırdı. Acı bağlamış yüzünün gözpınarlarında akacak yaş bile kalmadığından, yaş yerine keder süzülüyordu göz çukurlarından yanaklarına doğru.

-Ayşe nine, deyip, bir eliyle sıkıca kavradı kuru omzunu bu tarih abidesinin. Acın büyük, biliyorum, ama metin olmalısın. Allah geride kalanları bağışlasın sana. Acını yüreğine göm, onları da üzme daha fazla.

-Doğru dersin yavrım, doğru dersin ya, bir de benim yüreğimi yarsan da içindeki yangını bir görüversen. Elim golum balı, çocuhlamın acısına melhem olameyom, dedi tarihi çınar yavaş yavaş boynunu bükerek.

Söyleyecek bir şey bulamadı Alara. Yoktu söylenecek bir şey çünkü. Evet, bu insanların yüreklerini yarıp da içlerine bakmalıydılar acının ne olduğunu görmek için, şimdi sıcak evlerinde sudan sebeplerle kavga etmekte olanlar. Elini yavaşça çekti yaşlı kadının kuru omuzundan. Almıştı acının bir parçasını kendi içine. Her acı biraz daha olgunlaştırmıştı onu. Şimdi bambaşka bir olgunlukla daha tanışıyordu. Çaresizliğin, yitik yaşamların ardından çekilen acının olgunluğu. Kendi çocuklarını düşündü. Sahip olduklarının kıymetini bir kez daha anladı. Her şeye rağmen, bütün acılarıyla yaşam devam edecekti. Devam edecekti, kimseyi umursamadan zaman, kendi yoluna. Ya buna ayak uydurulacaktı, ya da kendine acıma bencilliğiyle, saldırganlaşılacaktı ilkel bir yaratık gibi.

-Allahım, ne kadar şanslıymışım ben, ne kadar körmüşüm bazen. Teşekkür ederim, dedi içinden gözlerini bulutlarda gezdirirken.

-Ayşe nine, hadi kal sağlıcakla. Fırsatım olursa yine uğrarım sana. Ama şimdi gitmem lazım.

-Sağol yavrım. Allah yolunu açık etsin. Güle güle git, diye uğurladı Ayşe nine onları.

-Yavaş yavaş akşam çökmeye başladı. Gidelim kap kacak alalım da, yemek dağıtılan çadırdan yemek almak için sıraya girelim bacım, sesiyle uyandı keder denizinden Alara
.

Sayfa 37

-Yok. Yorgun değilim ben. Emekli olduğumdan beri sürekli dinleniyorum zaten. En iyisi hareket edeyim biraz. Hadi gel beraber gidelim su doldurmaya.

-Eh, sen bilin madem. Senin bu bidon da pek ince bişeymiş, patlamasın içine su koyunca?

-Patlamaz merak etme. Onlar katlanabilsin diye böyle ince yapılmışlar. Ama oldukça sağlamdırlar. Gülümsedi Alara.

Bir taraftan sohbet ede ede, çadırlarda yaşayan insanlarla tanışa tanışa yol alırken, Emine gururla tanıtıyordu Alara’yı komşularına, ‘tee Bursa’dan gelmiş bizim gönlümüzü almaya, yardım da getirmiş, dağıttımdı az evvel’- açıklamalarıyla tulumbaya vardılar. Hemen bidonu kaptı Emine Alara’nın elinden, ama uğraştı, didindi, açamayınca,

-Eh, ben açamadım da bunu be. Hadi bi açıve de, doldurem ben.

Ilık ılk gülümsedi Alara karşısındaki bu yüreği büyük kadına. Aldı elinden bidonu, açtı ağzını, uzattı tekrar Emine’ye. Emine mutlu olmuştu, bir işe yarayabildiği için. Biraz önceki acısını yaşamamışcasına mutlu, gülümseyerek, doldurdu bidonu.

Bidon Emine’nin elinde, birlikte yürümeye başladılar çadırlarına doğru. Bu sefer biraz dolanarak, diğer çadırlara da merhaba diyerek, dönüş yolunu uzattılar. Her yeni tanıştığı çadırdaki acıyı içine aldı Alara; bütünleşti bu insanların acısıyla. Yapabileceği bir şeyler daha olmalıydı. Bu insanlar sefalet içindeydi. Çadır vermişlerdi, battaniye vermişlerdi vermesine, ama buraların soğuğunda battaniye ne kadar ısıtırdı ki bu insanları. Keşke bu gibi durumlarda, uyku tulumları verilebilseydi, battaniyeden çok daha sıcak tutardı kış günü uyku tulumları.

-Bacım bu Ayşe nine, diye tanıştırdı Emine onu, yaşlı bir çınarla. Yüzünün derisi kat kattı Ayşe ninenin.

-Merhaba Ayşe nine. Nasılsın?

-Hoşgelmişin, sefa getirmişin yavrım. Cigara getirmişin, Emine bana da vediydi. Bak goynuma soktum. Çıkardı gösterdi Ayşe nine iki paket sigarayı. Allah razı olsun yavrım. Cigaranın birini açmadım. Sakladım. Cigarasız galınca, içim çok çekince açıcem. Buyur otur, soluklan bi yol, deyip oturduğu tahta oturağı boşalttı Alara otursun diye.

Sayfa 36

Allahım ne güzel insanları vardı bu yurdun, ne güzel paylaşmayı bilebiliyorlardı bu zor günde. Köy ruhuydu bu, imece ruhuydu.

-Saat beş oldu. Senin oğlan ne zaman gelir Emine hanım?

-Valla belli olmaz ki bacım. Dükkanı da yıkıldı. Öyle doleneyo. Ona buna yardım edeyo işte. Hala göçüklerin altından insan çıkartıyola. Adem’im de güçlü kuvvetlidir maaşallah, yardımcı oluyo, elleriynen gazıyo toprağı, insan çıkartıyo altından yıkıkların.

-Çocuğun onun için de morali düzelemiyordur zaten. Her yıkığın altında insan ararken, kendini kaybediyordur, kendi yavuklusuyla bebesini arıyordur Allah bilir.

-He doğru dedin bacım. Heral öyle düşünüyodur.

-Emine hanım, ben senin bardaklarını vereyim, deyip uzandı bardakları aldı kevgirden.

-Ne zahmet ettin be bacım, ben yıkayıverirdim. Sen niye elini sürdün?

-Emine hanım, sen hiç merak etme, 45 yaşındaki şehirli karılar da bilir bulaşık yıkamayı.

-Aboo... Sen 45’inde vamın bacım?

-Varım ya Emine bacı. Senden büyükümdür Allah bilir, hı?

-Böyükmüşün ya. Ben de sandımdı ki, benden küçüksündür.

-Sen kaç yaşındasın peki?

-Bu yıl kırk oldum. Onüçümdeydim Seyfi’ye gönlüm düştüğünde. Ondördümde de, gaçmıştık, bizimkile beni vemeyince. Onbeşimde de bebemi almıştım zaten gucama.

-Akşama bol bol sohbet ederiz seninle. Şu benim bavulu çadıra koyayım da ben, seninle şöyle bir dolaşalım, hem de benim bidona su doldurup gelelim, ne dersin?

-Ben alıp geliverem sana su, sen yorulma. Zatı yol yorgunusun. Geldin geleli de hiç dinlenemedin zatı.

Cuma, Eylül 08, 2006

Sayfa 35

Çocuklarını hatırladı hemen. Merak ederlerdi. Emre’ye söylememişti ama Duygu mutlaka haber vermiştir kardeşine, diye düşündü. Hemen çocuklarına bir mesaj yazdı.

-Seni seviyorum. İyi ki varsın. Hayatımda var olduğun için çok mutluyum. İyiyim. Merak etme. Sultandağı’ndayım, aynı mesajı önce oğluna, sonra kızına gönderdi. Her ikisinin de ileti raporunu hemen aldı.


-Bacım, ben bunların hepisini verdim. Aha bu da boş çantan. Keşkem bi şeyimiz olaydı da, biz de sana vereydik, çantanı dolduraydık, seni öyle göndereydik burladan. Kövde tarlada sebzemiz va, meyvemiz va, ama nasın gidip de getiricen ki şincik. Kusura galma sen, e mi?

-Emine hanım! Şaşırdın mı sen? Niye kusura bakayım? Ben buraya sizlerle birlikte olmaya geldim. Hele siz bir hayatınızı kurun bakalım. Belki yaza da görmeye gelirim sizleri. Siz de başınızı sokacak bir yer bulursunuz da, toprağa tarlaya bakacak duruma gelirsiniz. O zaman yerim meyvenizden. Ha, bu arada söyleyeyim, Seyfi dayı köye gitti. Ben gönderdim. Anlattı Alara ne için gönderdiğini.

-Sence bi faydesi olu mu ki bacım?


-Belki olmaz Emine hanım, ama belki medyanın dikkatini köyün üzerine çekeriz de, birileri yardımcı olur. Hayat sürprizlerle doludur, belli mi olur? Hem yukarıdaki de görür yaptıklarımızı, gayretimizi boşa çıkarmaz belki, bakarsın bir el uzatır da, kısmetini açar köyün.

-İnşallah bacım, inşallah. Dualan gabul olur inşallah. Bu çantanı n’edelim?

-Hepsini dağıttın mı?

-He dağıttım, dağıt dediydin ya, diye soran gözlerle baktı Emine.

-Kendine hiçbir şey ayırmadın mı?

-Yo, hökümat veriyo bize yicek Allaha şükür. Başkalarının bebeleri va, yaşlıları va.

-Peki, Seyfi dayı için sigara da ayırmadın mı? Sigara da vardı o çantada?

-Yo, ayırmadım. Sen dağıt dediydin ya. Biz sigara buluruz zatı.


-Peki Emine hanım, peki. Anladım. Eline koluna sağlık, derken kadının tokgözlülüğüne hayran hayran baktı Alara. Kendilerine hiç birşey ayırmamıştı.

Pazar, Temmuz 23, 2006

Sayfa 34

-Bu hepsinden de iyi oldu, deyip anlatmaya başladı Alara, muhtara neler söylemesi gerektiğini, köydeki kadınları nasıl örgütleyip, Cumhurbaşkanının yolunu kesebileceklerini, medyanın dikkatini nasıl üzerlerine çekebileceklerini ve bunun ne gibi yararları olabileceğini.

-Sen çok eyi düşünmüşsün be bacım, diye heyecanla fırladı Seyfi dayı ayağa. Ama nasın gidem ki ben şincik oraya? deyip, devamını getiremedi kaldı, adeta balon gibi söndü. Yılların verdiği yöneticilik deyimiyle hemen belindeki çantaya davrandı Alara.

-Bu oraya gidip gelmeye yeter mi Seyfi dayı? deyip, bir beş milyonluk uzattı adama.

-Yok bacım olmaz. Zatı yapmışın sen yapıceni. Bak yardım getirmişin, gönül almaya gelmişin, derken sözünü kesti Alara onun,

-Biliyor musun Seyfi dayı? Bununla sadece bir kilo et alabilirim ben, pek fazla bir şey alamam, o eti de bu ay yemediğimde, bir tarafım eksilmez. Hem ben depremzede olsaydım, sen de bana yardıma gelmez miydin? Nerden biliyorsun altı ay sonra da benim evimin yıkılmayacağını?

-Gelirim bacı, hem Emine’yi de alır gelirim. Biz seni gardeş belledik.

-Hadi al şunu o zaman, sen bir köye git bakalım ne yapabileceksin. Ben de eşyalarımı yerleştireyim, sonra da bakalım çevreyi gezeriz biraz Emine hanımla. Tamam mı?

-Tamam bacım. O zaman sen Emine’ye deyiver köye gittiğimi. Meraklanmasın, akşama dönerim, akşama dönemezsem, yarın sabaha dönerim. Hadi eyvallah şincik madem.

-Hadi sana uğurlar olsun.

Alara çadırının kanatlarına yerleştirdiği tencere kombinasyonunu aldı, Emine’nin getirdiği suyla bardakları yıkayıp kevgire yerleştirdi. Tencereyi boşaltıp, kurulama beziyle kuruladıktan sonra, plastik aseton şişesindeki bulaşık ilacını ve bulaşık süngerini tekrar tencereye yerleştirdi ve bardakları da kurulayıp, ortalığı toparladı. Emine’nin getirdiği bardakları ayrı koydu, gelir gelmez hemen verirdi.

Sayfa 33

-Adem’in bir yarası yok ki bacım, dedi Seyfi dayı. Onun her nesi varsa içindedir. Yiyip bitiriyo gendini. Deprem olduğunda o bakkaldaymış. Bakkalda olmasaydım, kurtarırdım Gülüm’ü deyip duruyo.

-Tamam işte Seyfi Dayı, biz de zaten yaraya bereye değil, Adem’in içine bakacak bir doktor bulacağız.

-Şu ilerdeki çadırda yüklü bi taze va, doğumu yakındır, biberonlardan onlara da verem mi? diye araya girdi Emine.

-Kime ne münasip görüyorsan ver Emine Hanım. Nasıl istiyorsan öyle yap. Yeter ki, değsin verdiğin yer, gerçekten ihtiyacı olan insanlar olsun.

Sonra başladı Seyfi dayıyla konuşmaya. Oğlu için ne yapabilirdi bilmiyordu, bir söz de vermek istemiyordu, ama elinden geleni yapacaktı.

-Bacım, yarın Sezer bizim Deresenek’ten geçecemiş. Oraya mı gitsem, ondan mı yardım istesem acep, ne dersin?

-Bak bu çok iyi Seyfi dayı. Cumhurbaşkanımız meclistekiler gibi kavga peşinde değil, kavga etmesi gereken kimse yok, onun için, hem de bir hukukçu da olduğu için, daha çok insan sevgisiyle doludur. O kültürlü, erdem sahibi bir adam. Yalnız onunla Adem için konuşamazsın. Sana bu fırsatı vermezler. Eğer o fırsatı vermiş olsalar mutlaka çözerdi tepedeki, ama biliyorsun işte, bizde Devlet halktan kopuk yaşar ve kendini Milletten üstün sayar, dokundurmaz kendine, ‘dokunulmazlık’ dedikleri zırhın içine girer, unutur oraya bizi vekaleten gittiklerini meclistekiler. Ama Cumhurbaşkanımız öyle değil, o bir hukukçu. O çok daha farklı bakar oturduğu koltuğa ve Meclise. Neyse. Öyle çözemeyiz, ama bir şey yapabiliriz. Sen bugün Deresenek’e gidecek vasıta bulabilir misin?

-Buluruz heral, dedi Seyfi dayı başını önüne eğerek. Gözünden kaçmadı Alara’nın.

-Peki, muhtarla aran iyi mi?

-He eyidir Allaha Şükür, amcamın oğlu olur.

-Bak bu çok iyi oldu Seyfi dayı; hem de çok çok iyi oldu, dedi Alara. Peki senin bu amca oğlun, senin dediğine kulak verir mi?

-Çok saygılı çocuktur. Heç garşı gelmedi daa bi yaşlıya.

Sayfa 32

Gece ıslık çalmış Adem, Ayşegül’ün evinin önünde. Anlamış Ayşegül. Gece herkes yatınca, Adem’in onu beklediği okul bahçesine gitmiş. Anlatmış Adem kıza. Kız atılmış boynuna. Gece evine dönmemiş. Gece demeyip, Emine’nin hazırladığı çıkını alıp, doğruca Sultandağı’ndaki anasının ahretliğine gitmişler. Anasının ahretliği dul bir kadın olduğundan ve hiç çocuğu da olmadığından, evlat bellemiş ikisini. Ertesi gün kalp krizinden ölmüş Gavur Hüsam, ama gelini üzülmesin diye bildirmemiş Emine ne gelinine, ne oğluna. Bir müddet korkmuş çocuklar başlarına bir şey gelir diye, saklanmışlar. Ama sonra bakmışlar ki kimseden ses soluk çıkmıyor, hemen nikahlarını kıymışlar. Dul Hacer zengin kadınmış, bir ev vermiş ahretliğinin oğluna. Seyfi de elindekini avucundakini ortaya dökmüş, bir bakkal dükkanı açmışlar Adem’e. Üç yıllık evlilikten sonra, iki yaşındaki bebesiyle göçüp gitmiş biricik gelini ahırete.

-Oğlun nasıl şimdi Emine hanım?

-Valla ne deyim hanımım, sanki garısı bir yere gezmeye gitmiş de gelecekmiş gibi dolanıyo. Baksan yüzüne hiç anlamazsın. Ama uyku basınca rüyada ağlıyo, biliyon mu? Sonu n’olucek, biz de bilemeyoz.

-Allah sabır versin hepinize.

Emine iki gözünden sıralı akan yaşları saklamadan, kaldırdı başını gökyüzüne, uzak uzak baktı.Uzaklardan birisine acısının hesabını soruyordu sessiz sessiz. Seyfi de başını önüne eğmiş cigarasını tüttürüyordu.

-Sizin acınıza merhem olamam, sadece dua edebilirim. Ama kimbilir daha ne acılar yaşayanlar vardır, hadi gelin onların acısına da ortak olalım. Bak Emine hanım, bu çantanın içinde bütçemin yettiğince bir şeyler getirdim. Bir bak bunlara, kimlere verebiliriz bunları, kimlerin işine yarar. Yalnız senden ricam, ne olur, gerçekten ihtiyaç sahiplerine verelim. Onun için bu işi sen yap, ben bilemem kimin neye ihtiyacı olduğunu.

-Ben yaparım, sen zahmet etme hanımım. Başka bir şey istersen de bana, elimden ne gelirse yaparım. Sen bize gardaşlık oldun gayrı. Allah senden razı olsun. Yaramıza melhem oldun, Allah da senin yaralarına melhem olsun.

-Amin. Hepimizin. Al bu çantayı. Biz de Seyfi dayıyla bir sohbet edelim bakalım, Adem için ne yapabiliriz. Sanırım onun bir doktora görünmesi iyi olacak.

-Allah gönlünün muradını versin bacım, dedi Emine, çek çek bavulu önüne çekerek.

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

Sayfa 31

-Ver o sürahiyi bana da, şu benim tencereye biraz su koyalım, dedi kadının elindeki kaba uzanarak.

-Yerde yapabilcen mi gayfeyi? Ben yapaydım. Sen yoldan geldin, oturup dinleneydin hanım?
-Benim adım Alara.

-A...Ney?

-A-la-ra, gülümseyerek heceledi. Anladın mı? A-la-ra.

-A-la-ra, diye yineledi Emine tane tane. A-la-ra, birdaha. Alara. Seyfi bak, bacının adı A-la-ra’ymış dedi kocasına seslenerek, ama yine hata yapmamak için hece hece.

-A...neyin? Ben bacım deyim, olur mu?.

-Olur Seyfi dayı. Canın ne istiyorsa onu de. Ha Ayşe, ha Fatma, değişen ne ki, ben senin bana seslendiğini anlıyorum. Rahat ol.

Su kaynayınca Alara bardaklara kahve doldurdu, içmeye başladılar. Gelinini anlatmaya başlamıştı Emine. Fidan boylu, ceylan gözlü, eline çabuk, oğluna sevdalı Ayşegül’ü. Deresenek’te küs oldukları ailenin tek kızıymış Ayşegül. Oğluna sevdalanmış, oğlu da ona. Babası vermemiş kızı. Ne diller döktüyse de Emine’yle Seyfi , imana gelmemiş Gavur Hüsam, vermemiş kızı. Bakmış Emine olacak gibi değil, kız sararıp soluyor bir taraftan, oğlu içine kapanmış öbür taraftan, almış kocasını karşısına.

-Efendi, efendi; bu böle olmecek. Başka çare galmadı. Sen beni nasın gaçırdınsa, biz de Ayşegül gızımızı öyle gaçırcez. Bizim oğlan sarardı soldu. Sen beni gaçırdın, babamgille küstü deyi, usturubunnan alalım gızı dedik, oğlumuzla gelinimiz de aynı üzgüntüyü yaşamasın dediydik ama bıçak kemiğe dayandı. Oğlan günden güne mecnuna döndü. Öle oldu ki, gızı gaçırmeyi bilem düşünemeyo. Ben gararımı vedim. Oğlanı alıcem garşıma gonuşucem, ama sen de babasısın, sen ne deyon bu işe?

He demiş Seyfi Emine’ye. O da düşünüyormuş aynı şeyi de, meğer karısına açamıyormuş, kendi de bir zamanlar Emine’yi kaçırdığından. Konuşmuş oğluyla Emine. Oğlunun gözlerinin feri gelmiş, bunu duyar duymaz.

-He ana, he; ben de düşünüyordum başka çare kalmadığından, ama Ayşegül’e de soralım. Bakalım kaçar mı benimle?

Salı, Haziran 06, 2006

Sayfa 30

-Anan sağdır demek başında. Eyi bari. Kimin kimsen olmayaydı, daha bi güç olurdu hayat.

-Emine hanım nerede Seyfi dayı?

-Gelinle torundan bahsedince, sessiz sessiz ağlamak için eve kaçmıştır.
Ev dediğim de şu bizim çadır işte.

-Hadi sen bir bakıver Emine hanıma. Acısını yüreğine merhem yapsın,
güçlü kadın maşallah o. Allah başka torunlar verir. Git bir bak da, sonra oturup birer kahve içelim, hem de şu benim bavulu açalım, bakalım karar verelim, kime neler vereceğimize.

-Valla bakem gelem de bacım, bizde kahve neyim yoktur ki misafire ikram edelim.

-Seyfi dayı, ben sana ne dedim? Ben sizden bir şey almaya gelmedim. Vermeye geldim. Benim kahvem de var, ocağım da. Sen yalnız gelirken, kahve yapacak su getir bize, bir de ikinize bardak getir. Benim tek bardağım var çünkü.

-He ya, tamam. Ocaanı gördüm. Bi garip bişey. Bi tüp, borunun ucunda da sacayağı. Tamam. Ben su alem de gelem madem.

O çadırına girdiğinde Alara da çadırının kanatlarını açtı, ortaya çıkarttıklarını çadırın iki tarafındaki kanatlarına yerleştirdi. Kanatları fazla açmamıştı, gece yatarken, üçüncü kapıyı da kapatabilmek için.

-Kusura bakma kardeş. Acı işte. Allah kimsenin yavrusunu almasın. Kimsenin, dedi göz pınarlarından akmak için çağlayan yaşları kirpikleriyle içerek Emine.

-Allah sabır versin Emine hanım.

-He ya bacım. Ne olurdu kurban olduğumun Allahı şu ölümü sıralı vereydi? Ama kader işte.

-Allah, senin benim düşünemediklerimizi düşünür, göremediklerimizi görür Emine hanım.

Yapabileceği bir şey olmamasına rağmen kolunu kadının omuzuna attı, ona dayanma gücü vermek umuduyla.

Sayfa 29

Uyku tulumunu hiç açmadan yerleştirdi çadırına. Çamaşırlarının bulunduğu torbayı çadırın en dip köşesine koydu, onun karşı köşesine, çadırın hemen girişine de erzakını. Kampçı ocağını, katlanmış kampçı bidonunu, katlamalı taburesini, pilli radyosunu, hem pille, hem de akü ile şarj olabilen lambasını ve tencere-tava-tabak-kevgirden oluşan kap kombinasyonunu da çıkardıktan sonra, çantanın ceplerinden, bardak, çatal-kaşık-bıçak, küçük bir şişe sıvı yağ ve buzdolabı torbalarına konmuş poşet çay, krema ile karıştırılmış neskahve ile şekeri ve tuzu çıkarttı.

-Hakketen evini sırtında taşıyonmuş sen be bacım. Buncacık çantadan neler çıkardın yav? Sırtın acımadı mı bunca şeyi taşımaktan?

-Acımadı Seyfi dayı. Hem benim çantamın kayışları sırt acıtmaz, hem de senin sandığın kadar ağır olmaz bunlar. Bunlar kampçılar için özel hazırlanmış malzemeler. Bütün kampçılar sırtında taşır bunları.

-Valla şaştım kaldım. Ne deyem?

-Seyfi dayı, nerdensin sen? diye sordu. Sultandağı dağ başı değil, bu adam çok fazla şaşkın bunlara. Galiba buralı değil, diye düşündü.

-Yengenle ben Deresenek’te otururuz, ama ev galmadı tabi. Oğlan da buradaydı. Gelinle bebeyi toprağa verince, ne oğlanda ne bizde ev de galmayınca, oğlanın yanına geldiydik, yalnız kalmasın böyle günde deyi.

-Başın sağ olsun dayı. Allah sabır versin sana da, ailene de.

-Sen sağol bacım, dedi gözlerinden yaşlar gelerek adam. Bi ben değilim ki, bi biz değiliz ki, bir sürü va bizler gibi bacım. Yüreğimizi dağlayıp oturuyoz işte. Benim acım öbüründen böyük, öbürününkü benden böyük, acımızı yüreğimizi melhem yapıp yaşamaya çalışıyoz işte.

Elini uzatıp, kolunu tuttu adamın. Acısını kendi yüreğine aldı. Hafif bir çekindi adam, Alara’ya baktı,

-Sen eyi bi insansın bacım. Yaramızı sarmaya geldin. Allah da senin yaralarını sarsın. Tek başına buralara geldiğine göre, Allah bilir sen de neler yaşamışındır da, saklıyorsundur yüreğinde.

-Hepimizin derdi vardır Seyfi dayı, hepimizin. Benim anacığım, kulakları çınlasın, ‘dertsiz kaya dibi, orada da ekmek yok’ derdi beni büyütürken.

Sayfa 28

-Bir şey daha var. Birazdan senin hanımı da çağır, hem tanışırız hem de getirdiğim yardımları kime vereceğimizi kararlaştırırız. Malum, ben bilmem kimin en çok neye ihtiyacı olacağını.

-Tamam bacım. Sen nasın dersen öyle yaparız. Ben bekleyem seni burda. Yok, yok, ben hanımdan bi kap alem de, sana biraz su getirem, bizim de sana bi yardımımız olsun.

-Kap almana gerek yok. Benim bidonum da sırtımda.

-Bu çanta hepsini alıyo mu bunların be bacım?

-Görünce anlarsın. Hadi yardım et de, şu sırtımdaki çantayı indirelim madem bu kadar bir şey yapmak istiyorsun.

Utangaç utangaç yardım etti adam. Önce çantanın üzerine bağlı matını çıkardı Alara, sonra da hemen çantanın altına kayışlarla tutturduğu çadırını ayırdı çantadan, Seyfi dayının şaşkın bakışları ve acemice yardıma koşarken, aslında hiç yardım gerekmediğini idrak etmesi, çaresizliği yaşaması duyguları eşliğinde. Bir taraftan konuşurken on dakikada kurmuştu çadırı Alara, aslında kendisine yardım etmek için tepinen adamın hiçbir yardımı gerekmeden. Sonra matının kayışını çözüp, çadırının içine yerleştirdi.

Alara yere çömelince, ayakta kalmak kadına saygısızlık olacakmışçasına, Seyfi dayı da çömdü onunla birlikte.

-Hoş geldin kardeş, dedi yanlarından bir orta yaşlı kadın sesi.

-Bu benim hanım. Emine, bu bacı da Tanrı misafiri. Te Bursa’dan gelmiş bizi ziyarete.

-Merhaba Emine hanım. Hoş buldum

Kadın şaşaladı. Öyle ya, kaç kere hanım yerine konmuştu ki, şu
koskoca ömründe.

-Benim biraz işim var. Biraz sonra sohbet ederiz seninle Emine hanım.

-Bi isteğin neyim var mı gardeş? Sesi çıktı ağzından, kendi de şaşırdı
nasıl konuşabildiğine. Ona hanım demişti!

-Şimdilik yok, sağ ol Emine hanım. Birazdan otururuz hep birlikte. Şu işlerimi bitireyim de önce, diyerek çantasını boşaltmaya devam etti.

Sayfa 27

-Teşekkür ederim. Zamanınızı aldım. Ben başımın çaresine bakarım bundan sonra.
-Ayağına sağlık bacım. Kusura bakma. Seyfi dayı ilgilensin seninle.

-Gel benle bacım, dedi adının Seyfi olduğunu öğrendiği yoldaşı Alara’ya.

Alara’nın aklı Ramazan’da kalmıştı. Gencecikti, ama adeta 70 yaşında bir
genç gibiydi. İçi yandı.

-Seyfi dayı, su var mı buralarda? diye sordu yoldaşına, düşüncelerinden sıyrılarak.

-He, var bacım. Motorla su çıkattıla bize. Susuz olmeyo, n‘apıcen? Her işin başı su. Hiç olmazsa hastalık neyim olmeycek. Şükür halımıza.

-Öyle Seyfi dayı, öyle. Yalova depreminde su da yoktu. Siz onlardan gene şanslısınız.
-Sen oraya da mı gittiydin bacım?

-Gittimdi ya.

-Sen evliyamın bacım? Ha bak, bura işte Ramazan beyin dediği yer. Benim çadır da şu senin yanı başındaki. Olur mu burası? Beğendin mi?

-Beğenmek mi Seyfi dayı? Şaşırdın mı? Ben buraya size yüreğimle geldim, insanlık adına geldim, borcumu ödemeye geldim. Tatile gelmedim ki. Beğenmek ne demek?

-Sen hakketen evliya gibin be bacım. Hadi gel bi soluklan bizim çadırda., ondan sonra gurarız çadırını. Hem ben sana yardım da bulurum, çadırını gurmak için.

-Seyfi dayı. Şimdi beni dinle. Ben yorgun değilim, bu bir; çadırımı da kendim kurarım, bu da iki; eğer işin yoksa buralardan ayrılma da, suyun yerini göster bana işim bitince, bu da etti üç. Anlaştık mı şimdi Seyfi dayı?

Seyfi dayı sesini alçaltarak ve şaşkın gözlerle bakarak,

-Anlaştık bacım. Tamam. Sen nasıl istesen öyle olsun. Ne de olsa Tanrı misafirisin bize.

Sayfa 26

-Sağ ol arkadaşım.

-Ne arkadaşı bacım, sen daha çocuk sayılın bizim yanımızda.

-Öyle mi dersin? diye gülümsedi, 45 yaşında olduğunu tahmin edemeyen adama.

-Öyle ya. Biz merdiven dayamışız ellimize. Şunun şurasında ne galdı?
Üç sene sonra elli olucez işte. Yaşadığımızı yaşamışız zatı, dedi özlemle kavrulup, bezginlikle yaşayan bir vurdumduymazlık arkasına saklanmış iç ezikliğiyle.

-Ramazan bey, bak bu bacıyı gomutan göndermiş. Hele bi bakıve bakalım.
-Buyurun.

-Merhaba, diye başlayarak bir kez daha anlattı Alara buraya gelinceye kadar yaşadığı aşamaları.

-Hanım, biz buradaki insanları zaten zor doyuruyoruz, bir de sizin gibi misafir ağırlayacak durumda değiliz ki, dedi Ramazan hoşnutsuz bir sesle, kılını kıpırdatmadan, bir taraftan da Alara’nın kendisine uzattığı kağıdı okumaya eğilerek.

Kağıdı okuyunca toparlandı biraz. Kadın yalan dememiş demek ki, dedi içinden geçirerek.

-Ben beni ağırlamanızı istemiyorum Ramazan bey, dedi Alara gülümseyerek. Benim evim sırtımda, erzakım da sırtımdaki çantanın içinde. Size bir yüküm olmaz, diye cevapladı adamı. Aslında kötü bir adam değildi besbelli. Ama yılmıştı, şu birkaç gün içinde yaşanan, bin yıla benzer zorlukları yaşarken.
Halini anlamışçasına ılık ılık baktı adama.

-Kusura bakma be bacım. Öyle perişanlık var ki buralarda. Çadırlarda ölülerine ağlayan insanların dirilerine sevinemeyen seslerine, bebelerin soğuktan üşüyüp ağlamalarına, çocukların ‘anne, karnım acıktı’ sesleri karışırken, erkeklerin çaresiz ve ezik bakışları karışıyor da içimizi kavuruyor valla. Nasıl anlatsam bilmem ki, yaşamayan bilmez işte. Kusura bakma. Seni de böyle turist gibi görünce, anlamadık maksadını. Allah razı olsun bacım. Seyfi dayının orada bir boşluk var, bak bakalım oraya kurabilir misin çadırını? Seyfi dayı, madem sen getirdin bu Tanrı misafirini, al bakalım, ona bir yer ayarla senin oralarda.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Sayfa 25

-Yok. Hiç gerek yok, inanın. Siz bana gideceğim yeri tarif edin, ben bulurum.

-Zaten yakın buraya, hemen birkaç sokak arkamızda. En çok 500 metre yürürsünüz.

Vedalaşıp ayrıldı Alara, karargah niyetine kullanılan barakadan. İçinden tekrar dua etti komutan için. Bugün her şey iyi gitmişti. Allah yoluna iyi insanlar çıkarmıştı. Aslında kötü olan insan var mıydı ki? Yoksa, olumsuz şartlar karşısında insanlar sağduyusunu yitirdiğinden mi zor ve sinirli oluyordu? Hangi bebeğin kötü doğduğu ispat edilebilmişti?

Sırtında kamp çantası, elinde çek çek bavulu, gözünde gözlükleri, ayağında spor ayakkabılar olan bu kadına bakıyordu çevre halkı. Yardım için gelmiş olduğunu anlıyorlardı ama uzak duruyorlardı.

Birkaç dakika sonra Kızılay çadırlarının olduğu yere ulaştı.

-Tanrım! Bu çocuklar soğukta nasıl yaşayacaklar böyle?, diye geçirdi içinden. Hepsinin gözlerinde hüzün vardı. Hüznün arkasında merak okunuyordu, küçücük yüzlerine kondurulmuş iri kara gözlerinden. Kimisi kendisinden biraz büyükçe olanın arkasına saklanıyordu, kimisi utangaç utangaç gülümsüyordu.

-Bacım birini mi aradın? diyen sese doğru döndü.

-Merhaba, dedi elini uzatarak. Ben Bursa’dan geliyorum. Adam da çekinerek uzatmıştı elini kendisine uzanan ele. Komutan ile görüştüm. Beni buraya gönderdi. Burada kalacağım bir iki gece. Bir yetkili var mı buralarda?

-Var bacım, gel hele benle. Eyi de, niye galıcen ki burlada?

-Yardım getirdim. Sizlerle sohbet edeceğim bir iki gün. Ondan sonra gideceğim, dedi bir taraftan ileride görünen barakaya doğru yürürken.

-Seni kim gönderdi dediydin bacım?

-Komutan dedim ya, dedi kendisine inanmamış gözlerle bakan bu elli yaşlarındaki, kırlaşmış saçları bir kasketin altında gizli adama.

-Hıh, sen buraya gir şincik bacım, orda memur va, anlatıve ona derdini neyin. O bakar senin işine.

Sayfa 24

-İyi düşünüyorsunuz da, bunu yapmaya kalktığımızda yine prosedür devreye giriyor. Sizden teslim alma varakası düzenleteceğim, size de imzalatacağım, ve tabi daha devamı var. Biz genelde yardıma gelen vatandaşın kendisinin dağıtmasını rica ediyoruz. Çünkü bize tesliminiz bizim asli işimizi engelliyor. Tabi bunun yanında bir de ağızdan ağıza yayılan dedikoduyu engelleyemiyoruz. Vatandaş acı içinde olduğundan, dünya kadar yardım geldi de, asker buna el koydu, kendi evine götürdü diye bir uğultudur ağızdan ağıza yayıyor. Bunu istemediğimiz için, gelen vatandaşın kendisinin dağıtmasını istiyoruz. Hem zaten sizi göndereceğim bölgede göreceğiniz insanların hiçbir şeyi kalmamış, her ne verirseniz makbuldür onlar için. Sizin gönlünüz rahat olsun.

Komutanın ikram ettiği sıcak çayı içerlerken, bir taraftan kırk yıllık dost gibi sohbete başlatmışlardı. Zor şartlar dünyanın sonu değilmiş, demek ki, insanları birbirlerine daha da yaklaştırabiliyormuş, diye düşünüyordu, bir taraftan Alara içinden, ilk kez bir askerle bu kadar yakın olabilmenin şaşkınlığıyla.

-Çay için çok teşekkür ederim komutanım.

-Rica ederim hanımefendi. Bakın, bu ortamda asıl siz bana umut verdiniz. Sizi dışarıdan gören, burada ne aradığınızı düşünebilir, ama sizin deyiminizle,
umut dağıtmak için gelmek bile, böyle günlerde insanları hayata bağlıyor. Kaç gündür bizim de moralimiz bozulmuştu. Ama sohbetiniz sayesinde bizim de umutlarımızı tazelediniz. Ayağınıza sağlık. İyi ki geldiniz.

Bu arada genç, sarışın bir asker gelip, komutanın Alara’ya teslim edeceği evrakı hazırladığını bildirdi.

-Evet efendim, izniniz hazır. Buyurun. Allah yolunuzu açık etsin.

-Sağ olun. Çok teşekkür ederim bu sıcak karşılamanıza. Allah sizin de bahtınızı açık etsin ve sevdiklerinize bağışlasın komutanım.

Komutanın gözlerinden uzak bir dostu özlemenin pırıltısı geçti. Alara utandı, bir insanı bu kadar etkilemiş olmaktan. Huzursuzlanıp, hemen kalkmak istedi.

-Ben sizin zamanınızı daha fazla almayayım.

-Eğer beklerseniz yanınıza bir asker veririm giderken.

Sayfa 23

-Hanımefendi, sizi en iyisi ben komutanıma götüreyim o yardımcı olsun size. Ben size yol gösteremem, yetkim yok. Komutan karar versin.

-Sen nerelisin asker?

-İzmir efendim.

-Belli yavrum. Konuşmandan, tavırlarından. Benim oğlum da sen yaşlarda.
Teşekkür ederim gösterdiğin ilgiye.

-Sağ olun efendim. Buyurun komutana gidelim. Bir taraftan etrafa
bakınarak, kah sohbet ederek, komutanın yanına vardılar. Asker çek çeki yere
oturttu ve hemen selam çaktı. Kısaca durumu özetledi, sonra Alara başladı ne için geldiğini anlatmaya.

-Peki nerede kalacaksınız efendim?, diye sordu komutan.

-Bana güven içinde kalabileceğim bir yer gösterirseniz, kamp yaparım, çadır ve uyku tulumum var.

-Hanımefendi bu soğukta nasıl kamp yapacaksınız?

-Merak etmeyin ben zaten kampçıyım, kışlık uyku tulumum var. Ben kampçılık konusunda başımın çaresine bakarım, yeter ki siz bana güvenli bir ortam gösterin.

-O zaman size bir yazı vereyim ben, asker sizi vatandaşların kaldığı Kızılay çadırlarının olduğu bölgeye götürsün, hiç olmazsa insanların arasında olursunuz. Yalnız başınıza gelmişsiniz, başınıza bir şey gelmeden, sağ salim gönderelim sizi buralardan Bursa’ya.

-Çok teşekkür ederim.

-Siz oturun şöyle ben bir yazı hazırlatayım sizin için. Kusura bakmayın, bekleteceğiz sizi biraz.

-Rica ederim. Tabi ki beklerim. Bu arada komutanım, benim bavulumun içinde depremzedelere getirdiğim melamin tabaklar, mama kaseleri, biberonlar, kurulama bezleri, çay, şeker, sigara var. Arzu ederseniz bunları size teslim edeyim; siz hiç olmazsa daha bilinçli bir paylaşım sağlayabilirsiniz. Oysa ben muhtaç sandığım herkese vereceğim. Ne dersiniz
?

Sayfa 22

Afyon otobüs terminali her orta halli bir Anadolu şehrinin olabileceği büyüklükteydi. Dikkatini çeken satıcıların çokluğu oldu. Yerleşik dükkanların dışında bir sürü tezgah-üstü satıcısı, her bir kafadan ayrı ses çıkartarak, avaz avaz bağırıyordu. Bir taraftan bagajdan alacağı sırt çantasını ve çek çek bavulunu beklerken, ortalığı süzdü siyah güneş gözlüklerinin ardından.

-Hanımefendi sizin numaranızı alayım, dediğinde muavin, elindeki plastik numarayı uzattı ve bagajını teslim aldı.

-Afedersiniz, ben Sultandağı’na gitmek istiyorum. Buralı mısınız? Bana yardımcı olabilir misiniz?

-Deprem için mi geldiniz?

-Evet.

-Bak bayan, şurada minibüs durakları var. Oradan istediğin yere gidebilirsin. Ama dikkatli ol, yalnızsın galiba. Alış-verişini yap da öyle git Oralarda perişan olma. Su bile bulamayabilirsin; yani bulursun da, pahalı olabilir.

-Merak etme, ben bakarım başımın çaresine.

Genç bıyık altından gülümseyerek baktı Alara’nın ardından. Bu şehirliler de bir garip oluyordu doğrusu. Hele bu iyice bir garipti. Öyle ya, genelde zenginler kendi arabalarıyla geliyordu yardıma, bu kadın manyak mıydı neydi, sırt çantasıyla gelmişti. Tatile mi geldi salak nedir, diye geçirdi içinden. Alara’nın arkasından bakmaya devam ederken, keşke kendisine bir çay içmeyi teklif etseydi, belki akşama iş çıkardı, bekar adamdı n’olucak, bu gece eve uğrar, yıkanır paklanır, anasına kahveye gideceğini söyler, bu kadınla güzel birkaç saat geçirebilirdi; hayalleriyle gülümsedi. Yazık, kaçırmıştı fırsatı. Ne iyi olurdu aslında; bu büyük şehir kadınları, tertemiz olurlardı, mis gibi kokarlardı, hele bir de yalnızlarsa, maceraya atılmaya bayılırlardı. Neyse, bir başka sefere oğlum Ahmet, diye avuttu kendini.

Ahmet’in kurduğu hayallerden habersiz, buldu Alara Sultandağı’na gideceği minibüsleri. Oturdu minibüse ve beklemeye başladı. Fazla beklemesi gerekmedi. Bir çeyrek saat içinde doldu minibüs.

Sultandağı’na vardığında önce AKUT görevlilerini bulmak için sorular sormaya başladı. Bir netice çıkmayınca, gördüğü askeri kolundan yakaladı ve durumunu anlattı.

Sayfa 21

-İyi geceler bir tanem. Telefonunu kurdun mu? Ben de kurdum aslında, hatta saatli radyoyu da kurdum ama ne olur ne olmaz, ben iyice tembelliğe alıştım, olur da uyanamazsam, sen de hazırlıklı ol.

-Tamam, ben kurdum daha önce zaten. İyi geceler hayatım.

Banyoya girip, makyajını temizledikten sonra iyice baktı yüzüne, çizgileri görmek amacıyla. İyiydi cildi, hatta bir çok arkadaşının yanında iyiden de öteydi. Kolay mı, az mı önem vermişti bu günlere gelindiğinde kendisiyle gururlanabilsin diye? İşte şimdi meyvelerini topluyordu. Yarın sabah banyodan sonra yüzüne bir maske yapması çok iyi olurdu. Depremzedelere yardıma da gidiyor olsa, kendini iyi hissetmeyi seviyordu. Kremini iyice masaj yaparak yedirdi yüzüne. Göz çevresine orta parmağının ucuyla hafif hafif vurarak göz bakımını da tamamlayınca, dişlerini de fırçalayıp, salona döndü, Prensesin sepet yatağını aldı ve odasına gitti.

-Hadi gel kızım odana. Hadi bakalım. Yatalım artık.

Kalkmadı Prenses yatağın üzerinden. Alara uzandı aldı kedisini yatağın üzerinden ve okşayarak, sepete koydu kediyi. Başucundaki gece lambasını yakmadı bu gece. Nasıl olsa yatarken okumayacaktı, sabah erken kalkıp, çocuğa kahvaltı hazırlasa iyi olurdu. Lambayı söndürdü.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Sayfa 20

-Tamam, anlaşılmıştır. Yine kaçmadı gözünden tembelliğim. Hemen banyoya gidip temizliyorum yüzümü.

-Sen çok zeki bir genç hanımsın, biliyor musun?

-Hangimiz şekerim? Sen mi, ben mi? Hiç zorlamadan bana neler
yaptırdığının farkında mısın? dediğinde kardeşini düşündü Duygu.

-Kardeşim çok tepki verdi ama, nedense. Oysa hep onun iyiliği içindi. Ama o ikizler bucu. O da senin gibi hava grubu yani. İkiniz de çok zekisiniz. Belki de annesiz ve babasız geçen yaşama tepki veriyor,sana değil aslında.

-Belki de. Kim bilir? Ama ben inanıyorum ki, bir ikizler de en az bir kova kadar akıllıdır. Hatta kovalardan daha pratiktirler. Hayatını bir noktada bana karşı olmuş olsun diye parçaladıysa da, oğlumuz çok zeki bir gençtir, mutlaka sonucunu doğru yapacaktır. Bundan en ufak bir kuşkum yok. Bunun fazla uzun süreceğini sanmam. Mutlaka eğitimini tamamlayacaktır bir yolunu bulup.

-Umarım haklısındır halacığım.

-Haklı olmuşluk adına değil ama, umarım kızım. Ben inanıyorum. Hadi bunu başka zaman konuşuruz. Geç kalma. Laf lafı açacak, biz yine gece yarılarına kadar sohbete dalacağız. Sen git banyoya madem önce, ben de bu arada pijamalarımı giyeyim.

Alara üzerindekileri çıkarttı. Eteğini dolaba astı, fakat yarım kollu kazağını başına doğru kaldırıp, koltuk altlarından kokladı. Evet, bir gün giyilmiş de olsa, bunu çamaşır sepetine atmak en iyisiydi. Aslında ter kokmuyordu, Sabri Özel’in hiçbir kazağı bir gün giymekle ter kokmazdı zaten ama yine de parfüm sinmişti üzerine. Yıllar yılı her gece yaptığı gibi donunu değiştirecekti ki, vazgeçti, yarın sabah erken banyo yapacaktı nasıl olsa, o zaman temiz vücuduna giyerdi temiz çamaşırını. Pijamalarını giyip, Prensesi kaldırdı yatağın üzerinden ve yatağını açtı. Ama Prenses hemen tekrar atladı, battaniyenin üzerine.

Antreye yürüdüğünde, tam odasından çıkarken Duygu da yüzünü temizlemiş, banyonun ışığını söndürecekti ki,

-Söndürme kızım, ben de yüzümü temizleyeyim.

-Peki halacığım. Hadi iyi geceler. Ben kapımı kapatıyorum yine Prenses benim odama girmesin diye.

Sayfa 19

-İki paket makarna, iki adet hazır çorba, bir paket galeta, bir paket de çikolatalı bisküvi ile çerez koydum. Bence yeter de artar bile. Zaten o ortamda ne yiyebilir ki insan?

-Haklısın. Hadi sen git, ben de bulaşıkları yıkadıktan sonra uğrarım sana iyi geceler demeye.

Salondan çıkıp, antreyi geçerek yatak odasına ulaştı Alara. Lambayı yakınca Prenses kısık gözlerle, başını kaldırıp, nazlı nazlı baktı sahibesine. Ne kadar güzeldi; bembeyaz. Gözleri ayrı renkte değildi, ama bembeyaz oluşu anlatıyordu, bir Van kırması olduğunu.

-Uyudun mu kızım sen? Prenses ince ve yavaş bir tonda miyavlamayla cevapladı onu ve tekrar gözlerini yumdu. Sırt çantasına neler koyduğunu zaten biliyordu, çünkü kontrollü koymuştu; bir liste yapmış ona göre hazırlamıştı, onun için gerekmezdi bir daha kontrol etmek, ama yarın giyeceklerini çıkartsa dolaptan iyi olurdu. Afyon geceleri soğuk olurdu, Bursa’ya benzemezdi. Bir külot çıkardı, bir boxer, kalın açık mavi eşofman takımını –Salı pazarından ihraç fazlalarından almış, ucuza getirmişti bunları-, bir çift lacivert yün çorap, eşofmanının içine giyeceği el örgüsü bir lacivert kazak, bel çantasını baş ucundaki ayaklı askıya astı, başı üşümesin diye de bir bere hazırladı. Bir de gece yatarken giymesi içi ayrı bir çift eşofman koydu, tabi gece yatarken giymek için de bir yün fanila. Sabah giyeceklerini ayak ucundaki hasır sandığın üzerine koydu, gece giyeceklerini de sırt çantasına doldurdu.Şu yeni moda çek-çek dedikleri bavula –trolley diyorlardı şimdikiler ama Alara Oktay Sinanoğlu gibi düşündüğünden bunu kesinlikle reddediyordu- alışverişin tamamını doldurmuştu, bakıp kontrol etmesi gereken bir şey yoktu. İyi ki çıkartmışlardı bu bavulları ve o da bir tane almıştı, yakın iş seyahatlerinde kullanılmak üzere. Ne iyi işe yarıyordu şimdi; pratikti, elinde taşıması gerekmiyordu.

-Hazır mısın bir tanem?

- Evet kızım, her şeyim hazır.

-Kitabını okutmadım sana bu gece. Yanına alacak mısın? Getireyim mi?

-Hayır Duygu. Bir deprem ortamına giderken, kitap götürmek istemiyorum. Otobüste okumak için de gazete alacağım.

-Tamam. Hadi aşkım, ben yatıyorum. Sana iyi geceler, kapıya yöneldi genç kız.

-Sana da bir tanem. Ben makyajımı temizleyip, hemen yatarım.

Perşembe, Mayıs 04, 2006

Sayfa 18

-Duygu kızım, söyle Nurdan teyzene gece burada kalabilir, sabah birlikte de çıkabiliriz, diye araya girmeye çalıştı Alara.

-Tamam Nurdan teyzeciğim, dur halamı vereyim de konuşun, çünkü beni postacı yapıyorsunuz arada. Hadi iyi geceler, dedi halasına ahizeyi uzatırken.
Halası arkadaşı ile konuşurken, o da kahvenin üzerine birer bardak şarap iyi gider diye, kadehlere şarap koymak üzere mutfağa yöneldi.

-Peki Nurdan’cığım. Sen bilirsin.

-Hadi öptüm seni canım.

-Ben de seni öperim canım. İyi geceler, deyip ahizeyi yerine koydu Alara.

-Ah, ne iyi ettin hayatım, kahvenin üzerine birer bardak şarap daha harika gider. Halalı yeğenli sohbetlerine daldılar kaldıkları yerden. Kah hüzünlü, kah katılırcasına gülerek, şaraplı ve Prensesli bir gece geçirdiler, falları boş vererek. Saatlerce konuşabiliyordu yeğeniyle. Dertleşebiliyordu. Yıllar geçtikçe arkadaş olmayı başarmışlardı. Adeta doyamıyorlardı sohbete. Birinin bıraktığı yerden diğeri devralıyor, diğerinin başlattığı konudan öbürünün bir anısına geçiyorlardı.

-İşte böyle hayatım. Hadi yatalım artık. Sabah erken kalkıp, işe gideceksin. Ben de seninle uyanacağım. Yola çıkmak için her şeyim hazır, ama bir banyo yapayım erkenden, neyle karşılaşacağımı bilmiyorum oralarda, saçımı da ıslakken fönleyeyim ki, birkaç gün idare etsin. Aslında bir at kuyruğu yapacağım ama, yine de dağınık gitmem bilirsin.

-Ben kahve ve şarap bulaşıklarımızı yıkarım halacığım. Sen de bir daha sırt çantanı kontrol et, uyku tulumunu, fenerini, pilli radyonu ve diğer olmazsa olmazlarını iyice bir gözden geçir de, oralarda sıkıntı çekme.

-Haklısın,deyip odasına doğru yöneldi fakat dönüp,

-Aşkım, sen babaannenin odasında yat. O yatağın çarşafları temiz. Kardeşine ayırdığım odada geçen hafta Nurdan teyzen yatmıştı,dedi

-Peki hayatım. Halacığım, yiyecek olarak neler koydun sırt çantana? Oralarda aç kalmayasın? Aç kalmazsın da, yani buradan neler götürebiliyorsan götürmenin sana kolaylık sağlayacağını düşünüyorum, deprem ortamının ani pahalı alış-veriş şartlarını da yaşamak zorunda kalmazsın böylece.